31 Aralık 2009 Perşembe

Yıl Sonu...

4 eyyorlama
Uzun soluklu bir ara. Nedeni malum KSK'ya teslim olalı 5 ay oldu ve üzerimdeki Türk Malı damgası 7 ay daha benimle beraber.

Ortadoğu da yılbaşı kutlamak da varmış...

Neyse yıl sonu devir teslim işlerini bitirin, 2009 da söylemeniz gereken sevgi sözcükleri 2010 a devretmesin, küfürleri bu yıl içinde bitirmeniz gerekiyor onun devri yok bütün telefon kampanyaları gibi(birden kendimi sevgi pıtırcığı hissettim). Bu geceyi İzmir, İstanbul ve Ankara'dan birinde sevdiceklerle efesleri buluşturarak kutlamayı ne kadar çok istediğimi az çok tahmin edersiniz, ama dediğim gibi bu sene biraz uzak kaldık.

Hayatımın KARE AS'ına, yazarlarımıza, okurlarımıza ve tüm sevdiklerimize gönüllerince bir yıl dileğiyle...

Gece saat 00:00 da ortak paydada buluşmak üzere.

Bi de unutmadan hepinizden önce giricem 2010'a ben bi bakayım ortam güzel değilse çağrı atarım siz girmezsiniz.

gogili arkası #1

1 eyyorlama
anamdan babamdan çok gördüğüm google'un "analytics" aracı sayesinde, aksi sözlük'e google'da nelerin aratılarak geldiğini görebiliyorum. ve hitap ettiğimiz kitleye uygun cevapları veremediğimizi düşünüyorum.

bu yüzde, arada bir, google aramalarına göre burada bazı cevaplar yazacağım. bugünün konsepti: cinsellik.

burada bir noktaya parmak basmadan geçemeyeceğim. yazarlarımızdan deatly, bu ülkenin cinsellik hayatını haydar dümen'den daha çok etkiliyor. kendisine teşekkürü bir borç biliyorum. öyle adamlar çekmiş ki siteye, ben korkar oldum yeminle. işte deatly'nin şu yazısına gelen google aramaları:


"ceviz 69 porno" aratan arkadaştan korkarım ben. geçtim insanı, geçtim hayvanı; artık bir kabuklu kuru yemişe muhtaç hale gelmiş ülke gençliğinden korkarım. hadi cevize de hallendin diyelim, arkadaş hala fantezi peşinde, arkadaş hala pozisyon zenginliği derdinde. yani nasıl bir hayal gücü var bilmiyorum? yoksa, google sincaplar için de bir arama motoru mu çıkardı?

gene, muhtemelen aynı dürzü, "badem porno" şeklinde aratmış. bu adamın en büyük hayali bir kuruyemiş dükkanı açmak galiba. yavşağın nohutta leblebide falan gözü yok, gayet eli yüzü düzgün çerezlerle takılıyor. elitist yaklaşımlar sergiliyor galiba.



"kırmızı çeketli asker pornosu"... kelimeler kifayetsiz kalıyor. bu kadar spesifik arkadaşları sitemize uğramış olmasından dolayı kendimi sorguluyorum. asker pornosu arkadaşı kesmiyor, kırmızı çeketli olacak. arkadaş asker dediğin, kamuflaj giyer en olmadı haki giyer. gerçi arabeskçiler dışında, kırmızı ceket giyen başka bir meslek grubu da düşünemiyorum.

şimdi bu adamın, böylesine özel br videoyu cinsel ihtiyacı için aradığını tahmin etmiyorum. sanki bu adam, dünyaya geldiği gün, bir menü açılmış ve buna görevi bildirilmiş: "kırmızı çeketli asker pornosunu bul. onu bulduğunda, bir cd'ye çek ve görevi tamamla. bunun için sana 275 yıl veriyoruz. bu zaman içinde bu videoyu bulamazsan öleceksin."

275 yıl az vermişler bence.

son olarak, en favorim bu:


"son seksler" aratarak aksi sözlük'e gelen arkadaşı tebrik ediyorum. büyük ihtimalle, şu ana kadar dünya üzerinde gerçekleşmiş bütün sekslerden haberi var. ve her gün, kendini "son seksler"i arayarak güncelliyor. acaba, bir haber portalında şöyle bir sayfa mı bekliyordu:

son seksler:

22 aralık 2009, saat 15:19, bolivya : pedro ve emily almaguer çifti, toplam 22 dakikalık bir sevişmeye imza attı.
22 aralık 2009, saat 15:20, türkiye: bir gencimiz, annesinin evde olmamasından dolayı, yaniiii. tam seks de sayılmaz tabi ama bir cinsel aktivite var.
22 aralık 2009, saat 15:21, senegal: kırmızı ceketli bir asker, başka bir kırmızı ceketli askerle sevişti. toplam 45 dakika süren bu seksi, bir beta max video kasete kaydettiler. [ah talihsiz garibim, bunu oynatacak video kalmadı]

ah ah, üstten de flaş haber geçiyormuş: "kuruyemiş üreticisi tadım fabrikasında facia: kimliği belirlenemeyen bir genç, kuruyemiş fabrikasına saldırdı. can kaybı yaşanmazken, 15-16 yaşlarındaki zanlı 300 tl'lik ceviz ve badem ile birlikte kayıplara karıştı. detaylar birazdan."

ileriki günlerde "gogili arkası" serisi devam edecek...

30 Aralık 2009 Çarşamba

yabancılaşma: yumruk şov

0 eyyorlama
geçen ay, yumruk şova yabancılaştım.

***

yumruk şov'u herkes bilir herhalde. tribün, maçtan önce,

[flamenko melodisiyle]
#laylala laylala laylala layla!
laylala laylala laylala layla!
laylala laylala laylala layla!
er-han şen-türk#

... diye erhan'ı çağırır. erhan da, maçtan önce ısınan gruptan kopup, koşa koşa tribün önüne gelir. o esnada tribünden "hhooooouuwğğ" diye bir uğultu çıkar. erhan gelir ve yumruğunu tribüne üç defa sallar. tribün o an zevkten kendinden geçmiş şekilde, her bir yumruğa "oley!" ile karşılık verir. en son tribünden çıkan alkış sesi:

"şızıkşıkşızıkşıkşıkşızık"

***

olaya ilk başta, futbolcu tarafından, yani defansın bel kemiği, tecrübeli isim erhan şentürk tarafından bakalım. erhan 32 yaşında, evli ve 2 çocuk sahibi. futbolunun altın çağlarını yaşıyor, adeta takımını sırtlıyor ve tribün onu çok seviyor.

ama bu adam, evli ve çocuklu olmasına rağmen, yaşı dolayısıyla ağırbaşlı olması gerekirken; sadece bir tribün bir çok laylala.. silsilesinden sonra ismini söylediği için, çocuklar gibi şenleniyor, yaldır yaldır tribüne koşuyor, hatta çok gaza gelirse reklam panolarından aşıyor ve tribüne yumruk sallıyor.

ulan futbolculuk işte bu yüzden zor. taraftarları gözetirken, yarak gibi işler yapmak durumunda kalıyorsun. ben valla yapamam, utanırım. elim ayağıma dolanır lan. halamgili, annemin dedikoducu teyzekızlarını falan düşünürüm. onların, televizyon başında kendilerinden geçe geçe, başörtülerini düzelte düzelte, kızara kızara, hamur işi menşeili göbeklerini hıplata hıplata güldükleri aklıma gelir, iyice takatim kalmaz, elden ayaktan düşerim.

çok özenmişimdir, umarsızca tribüne yumruk sallayan futbolculardaki özgüvene ve medeni cesarete.

***

bir de işe tribün boyutundan bakalım. zaten binlerce kişi toplanmışsın, betondan bir yere. maçtan önce kendi futbolcuya moral vermek, rakip futbolcuya da korku salmak istiyorsun, onu da anlıyorum.

ama birader, bu söylenmesi zor melodili, bir de zıplayarak söylediğin tezahurat ile adamı çağırınca ne olacağını zannediyorsun? futbolcunun içinden "ooooh yomrik şovumu da yaptım, sağ kanatı koridora çeviririm artık" dediğini mi düşünüyorsun?

bir de, zıplarken nefessiz kalıyorum ben.. valla benden çıkan ses şı "hıllıllılll... hıllılılı... hıllılıı.. her-han şen-türk! çip çip çip". tansiyonumu ölçüyorum.

***

işte bu yüzden yabancılaştım caaanım yumruk şova. artık benim için, bir tribün ritüeli bitmiştir. hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.

ama aranızda, tribüne yeni gelmek isteyen olur, ben de eski açıkta olurm da tezahüratın başında içinden "flamenko melodisiyle..." derken birini duyarım, işte o zaman hayata bağlanırım.

25 Aralık 2009 Cuma

v. murat

2 eyyorlama

v. murat veya v for muratti. hangisini derseniz diyin, osmanlı hanedanı arasında en sempatiği budur kanımca. bir adamın üzerine, hele hele sanatçı hassasiyeti olan bir adamın üzerine bu kadar gelinirse, neler olabileceğinin kanıtıdır, beşinci murat. dünya malında tahtta koltukta gözü olmayan, durduk yere eflak-boğdan'ın herhengi birine saldırmayan, derebeyliklerin karısına kızına sulanmayan tam bir beyefendi.

hikayesi biraz gariptir bu padişahın. kendisi, ailesi tarafından el bebek gül bebek yetiştirilmiştir. o piano dersi senin, bu franzsızca dersi benim kültürle yüklenmiştir. çırağan sarayı'ndan dışarı adım atmamış, bir önceki murat gibi tebdili kıyafet ortaköy'e gidip bir kumpir yiyip, köprü ve camiyi kadraja alıp fotoğraf bile çektirememiştir. şehzade de olsa, bir çocuğun üstüne bu kadar gidilmez ki kardeşim.

gerileme dönemi'ndeki her padişah gibi, abdülaziz tahttan indirilince, görev hali hazırda ikinci abdülmecit'in oğlu olan v. murat'a düşmüştür. işte bu cancağızımın sempatikliğine sempatiklik katan gelişmeler bundan sonra başlar. taht stresiyle, insanlarla uğraşma gerilimiyle, bir yiğidin  gün be gün, toplam 93 gün nasıl eriyip gittiğini hep beraber görelim.

tahtın stresiyle iyice gerilen v. murat, biat ve cülus töreni adı verilen tahta çıkma merasimine bir gün geç kalınca, askerler tarafından tutuklanacağı korkusuyla iyice depresyoan girer. girer girmesine de, arkadaş bir tane vezir, bir tane sadrazam çıkıp da "hünkarım, siz padişahsınız, tabiri caizse ortamların kralısınız. biraz relax, oh yeah a little fun" dememiş midir? dememiş işte. ayrıca işin ilginç tarafı, insan tahta çıkma törenini nasıl unutur ya? hayatını etkileyecek bir gün. öss'den daha önemli lan. ev ödevi mi oğlum bu? işte v. murat'ı tatlı yapan da bu samimiyetidir.

+ yea ben dün tahta çıkacaktım ama unutmuşum.
- kendini de unutsaydın.
+ işte ben de onu diyorum.

ertesi gün, "anaaaam" ifadesiyle, cübbesini giydiği gibi yaldır yaldır, şu an istanbul üniversitesi merkez kampüsü olan, seraskerlik binasına gitmek için yola koyulmuştur. çırağan'dan beyazıt'a deniz yolculuğu yapılacaktır. oysa ki, beşiktaş sahil yolundan yardırsa, hem daha az yazardı hem de kafasını bir nebze dağıtmış olurdu. ayrıca, arabayı kendisi kullanır, hem bir yandan bağırır, hem de direksiyona vururdu, behlül gibi.





illa gemi diye tutturursa, yapılmayan iş değil ya, bir kere de onun için yapılır, gemiler karadan yürütülürdü. ama işte, güverteden caara içmenin keyfi de ayrı olur demiş, deniz seferini tercih etmiştir kendisi.

aksilik bu ya, tam rıhtımdan çatana adı verilen kayığa bineceği sırada, deniz dalgalanmış, stresine stres, depresyonuna depresyon katmıştır. iyice huysuzlanan müstakbel padişah, çatanaya zorla bindirilmiş. adeta gözaltına alınır gibi gururuyla oynanmıştır.


( v. murat'ın çatana'ya temsili bindirilişi)

nihayetinde kazasız belasız, seraskerlik binasına çok şükür gelebilmiştir. tören, v. murat'ın fenalaşması yüzünden kısa kesilmiş; program, düğünlerdeki takı töreni benzeri tebrikleri ve hedayeleri kabul etme şeklinde gerçekleşen, gayri müslim ruhanilerin huzura alınmasıyla devam etmiştir.

tabi, v. murat bugüne kadar ruhani mi görmüş? lan bana bile ismi korkutucu geliyor, ruhani. aniden beliriveren ruh gibi. ruhanilerde efendi gibi bir takım elbise giyip, bir kravat takmak yerine, geleneksel kıyafet ve kostümleriyle, sanki 23 nisan gösterilerine gelir gibi gelince, v. murat iyice kafayı kontraya bağlamıştır. allaşkına, bir insanın üzerine bu kadar gidilir mi? naha size o ruhaniler.


lan ben o an, bu taifayı gördüğüm an "abi yemin ederim sizden korkulur haa. skerim tahtını da, kavuğunu da, avusturya macaristan'ını da.. bağa para mı veriyorsunuz ipnalar. yarın bir gün zaten zorla tahttan indirileceğim. bir insanın üzerine bu kadar da gelinmez ki. hacı abi, allasen çıkar şu kapüşonu. senin de belanı skerim" diyip, korkak adamın sinirine keserdim. ama v. murat sempatik bir insan olduğu için, bunu bile yapmamış, sadece oracıkta bayılıvermiştir.

ayrıca, padişahların cuma namazına gittikleri cuma selamlığı sırasında, artık sıcaktan mı bunaldı rahmetli veya bir kaçış yolu mu gördü bilinmez, kendini sarayın havuzuna atmıştır. don-çorap ne var ne yok ıslanmış, yüzü kızarmış, havuzdan çıkan bir padişah görüntüsü kadar ilginç bir görüntü olamaz bu dünyada. neyse.

birkaç gün sonra, devrik padişah abdülaziz'in ölüm haberiyle iyice kendinden geçen v. murat, uzun yaz tatillerinde sıkıntıdan tavana bakan çocuklar gibi gözlerini altın işlemeli avizeye dikmiş, ve günlerce gözünü ayırmamıştır. odaya girenlerin ilk tepkisi "alla alla, bayağı pahalı bir avize galiba" olmasına rağmen, durumun vehameti anlaşılmış, 93 gün sonra da artık eskisi gibi olmayan v. murat tahttan indirilmiştir.

işte bir padişahın hazin hikayesi. öyle araştırmadan bilmeden, hemen padişah olmaya kalkmayın. (tedbirli anne tavsiyesiyle bitiriyorum)

çocuk

0 eyyorlama
insanlar çocuklarını nasıl zaptedebiliyorlar, anlamış değilim. çocuk, doğası itibariyle, laf dinlemeyen bir mahlukattır. insanoğlunun vücudunda 5 yaşına kadar, aldığı doğru talimatları tersine çevirerek (inverter); yanlış talimatları da yükselterek (amplifier) beyne ileten bir organ vardır. buna göt denir.  daha sonrasında, göt organının bu işlevi körelir ve normal sindirim sistemi işlerini icra etmeye başlar.

inverter örneği: "oğlum koşma!" talimat beyne şu şekilde gider: "koş, daha çok koş, geberene kadar koş."

amplifier örneği: "oğlum daha çok bağır, bağır da öleyim, sen de kurtul ben de kurtulayım." beyinin bu direktifi algılayışı "daha çok bağırmalıyım. evet, daha çok. boğazım yırtılmalı adeta" şeklindedir.

kadınlar bir de 3-4 yaşındaki çocuklarla dolmuşlara biniyorlar. nasıl bir cesaret bu, aklım almıyor. valla görseniz şaşırırsınız, o çocuklarlarla kalabalık ortamlarda bile geziyorlar. azarlaya azarlaya, dur yapma diye diye, çocukların kollarını çeke çeke, sündüre sündüre. lan o çocuk, dolmuşun altına girer, hafazan allah korusun. o çocuk, en ufak frende uçar gider balon gibi.

bir de bu anneler, bazen başka şeylerle ilgileniyorlar. sanki çocuğu "şu yokuştan aşağı kendimi salayım da zalımlara dünyanın kaç bucak olduğunu göstereyim veyahut yuvarlanarak trafiğe çıkayım en iyisi" demiyormuş gibi  alışveriş falan yapıyorlar.

19 Aralık 2009 Cumartesi

karşılaştırmalı edebiyat

0 eyyorlama
varsam gitsem fakülteye aman, nedir aga sizin olayınız diye sorsam.

ve sorularımı ard arda sıralasam:

ard arda böyle mi yazılıyordu? bitişik miydi yoksa? neyse.
neyi karşılaştırıyorsunuz?
nasıl karşılaştırıyorsunuz?
'meslek sahibi adama mesleğiyle ilgili menfaatci sorular soran adamlar' size ne soruyor?

misal bana gelip de, yav bizim oğlan çok süper şarkı söylüyor, onun bi reklamını yapsan da tanınsa meşhur olsa, diyen adamlar var. yahut benjcev'e ne çeşit bi bilgisayar alalım da oyun moyun fazla kasmadan temizce geçinip gidelim şeklinde sorular yöneliyordur. ben bile yöneltmişimdir, tam hatırlayamadım şimdi. ha, demem o ki, size ne soruyorlar? hele yiğen gel de şu orhan bamuğunan yusuf adılgan'ı bi karşılaştırıver (dayıya bak, bilmediği bok yok) diye soran oluyor mu? yahut, şu iki lise 1 edebiyat kitabını bi karşılaştırıver bakam yav, bizim kızın hocası şunu alın demiş ama öbüründe de aynı şeyler yazıyor ve yarı fiyatına. bi karşılaştırıver de görelim, bi orostopolluk mu var bu işin içinde? böyle mi geliyor sorular? topluma nasıl entegre oluyorsunuz siz?

bir de, ben üniversitedeyken (teeey kaç sene olmuş) bu bölümde okuyan adamlar tıpçılardan daha havalıydı nerdeyse lan! boyunlarını büküp 'biz neediyoruz hacı' diye düşünecekleri yerde...

- ne okuyorsun?
+ karşılaştırmalı edebiyat teyze.
- neyse, o da iyi. hiç yoktan iyidir. zor sizin işiniz de kuzum. neyse.

oyun adı gibi; karşılaştırmalı.

18 Aralık 2009 Cuma

aksi sözlük versiyon 2.0

4 eyyorlama
eski tasarımı her gördüğümde, bizim evdeki vitrin aklıma geliyordu. bir zamanlar her evde olan, bütün duvarı kapatan, yekpare vitrinlerden biri de bizim evin salonunda duruyordu. daha doğrusu o durmuyordu da; salonu, o vitrinin üzerine yapmışlar gibiydi.

ve küçük bir şehri andıran o vitrin öyle karışıktı ki, bir rafında ana biritanika (sanki ansiklopedi değil, rus edebiyat klasiği), bir rafında antika tabaklar (babamın her pazar günü bakıp bakıp 'hanım, ben valla atacağım bunları' diyip, annemle kavga etmeleri), bir çekmecesinde müzik kasetleri (ahh sinan özen'in gençlik yılları, ah coşkun sabah'ın çenesi, ahmet kaya'lar, yüksel uzel'ler ve ayşe tunalı'lar... bir çocuk hakan peker yerine ayşe tunalı dinlerse, komşuları tarafından tabi çok uslu diye sevilir. ulan yaramazlık yapmak içimden gelmiyordu ki, hayattan bezmiştim); abimin mantarını açmadan şırıngayla çekip çekip içtiği ve bu yüzden yokluğu yıllar sonra anlaşılan, sadece şişesi duran küp vişne şarapları; üniversite öğrencileri (valla bir gözünü öğrencilere kiralamıştık) ...



bir badana günü, babam baltayla daldı vitrine. hatta vitrine girişirken "wendy, i'm home" diye bağırmıştı. çünkü hep iş ve oyunsuzluk babamı deli etmişti. fotoda, vitrini kırdığı esnadaki neşesini ölümsüzleştirdik.

o gün, unufak etti vitrini, öyle çıkardılar. ben de bu sabah, babamdan devraldığım baltayı 1. yaşını ekim ayında dolduran aksi sözlük'ün 8 aylık tasarımına vurdum.

17 Aralık 2009 Perşembe

derleme: siyaset

0 eyyorlama
  • ne zaman güney kore'deki parlementodaki kavgaları görsem, alt metninde demokrasi mücadelesi ve siyasal yaşama dair çok büyük ipuçları içeren babamın şu sözleri kulağımda yankılanır: "ya bu adamlar birbirine aşırı derecede benziyor, nasıl hiç karıştırmadan birbirine vuruyorlar? helal olsun adamlara, vallahi helal olsun"
  • süleyman demirel, turgut özal, tansu çiller, mesut yılmaz, bülent ecevit gibi isimlerin taklitleriyle büyümüş bir nesilden, 68 kuşağı tadında isyansal hareket bekleyen büyüklerimize çok gülüyorum. hakikaten taklide değil de onlara gülüyorum.
  • bir de, bunca zamana kadar bütün siyasetçilerin taklidi yapılıyordu. ama tayyip erdoğan'ın devasa avuç içleri ve köfte dudakları dışında öyle belirgin bir özelliği yok. tavır ve davranışları bilhassa çok sıradan. her yerde o şekil konuşan adam var, git bi' kahvehaneye, "ne olacak fener'in bu hali?" diye sor, anında başlar "ee amuğa godumun daum'u, guizası" falan diye. o yüzden taklidi yapılmıyor.
  • ama tayyip erdoğan motto adamı allah için. bir söz söylüyor, ertesi gün herkesin ağzında makarası yapılıyor. seveni sevmeyeni yapıyor. "daha da gelmem", "ananı da al git", "teğet geçti", "hamdolsun" vs gibi bir sürü iki kelimelik cümleler oluşturuyor. ve cümlelerin altında yatan gerçek, içeriğinin tam zıttı. acaba tayyip erdoğan, bir yenikonuş dili mi oluşturuyor.
  • "daha bu sonun başlangıcı" adamlarına bayılıyorum. genelde haber portallarınn yorumlarına hemen yazıyorlar bunu. kötü bir haber okuyunca tak! yapıştırıyorlar "daha bu sonun başlangıcı"nı. lan dur bi. lan bir dur. geçen gün "italyan mankenden inanılmaz frikik. ünlü model ferroli kombi'nin kıç çatalı gözüktü" gibi bir haberin altına da demiş. sonun başlangıcı hususunda haksız da sayılmaz.
  • ünlülerin siyasete atılmasına bayılıyorum. genelde iktidar veya anamuhalefet partisi gibi radikal olmayan ve çok sivrilmeyen yollara giriyorlar. bu bana çok karaktersiz geliyor. ulan ne bileyim, kibariye misal, çıksa ben halkın yükselişi partisi'nden milletvekili adayıyım dese, inan hem hyp'ye oy veririm, hem kibariye'nin albümlerini alırım. benim siyaset çizgimi, bu tarz küçük detaylar belirliyor.
  • bu arada ülkemizde "yurt partisi" diye bir hareketin olması insanı hafiften kıllandırıyor.

14 Aralık 2009 Pazartesi

derleme: futbol

0 eyyorlama
  • belli bir mesafeden veya şekil tarz ile vurmak için gerekli olan gol sayısı eşiğini uefa açıklasın bi' zahmet. kahvehanelerde falan duyarız "oha oha oha, kaç tane golün var oradan? 55 metreden, bir de utanmadan çaprazdan vuruyor eşek", "rövaşata ile kaç gol atmıştın da şimdi deniyorsun bre deyyus?", "olm çift salvolu parende ile kaç gol attın da şimdi atıyorsun? jimnastik oyunları mıydı? pardon. evet izliyoruz" gibi serzenişler. bunlar hep cevap bekleyen sorular.
  • misal şöyle bir cümle duyduk mu: "evet abi, futbol hayatında 4 tane gol atmış o bölgeden. onun vurması kadar mantıklı bir şey göremiyorum". ben böyle saygılı bir taraftar olmak için, uefa'nın bu eşik değeri açıklamasını bekliyorum. elimde türkcell super ligi ve avea öğretmen hattındaki bütün futbolcuların attığı gollerin sıralı tam listesi var. ona göre tepkimi vereceğim.
  • "baban da mı minareciydi?" tepkisinin altın gol kuralı ile birlikte, bahar temizliği yapan bir anne tarafından kaldırıldığını biliyor muydunuz? konuyla ilgili, "amaaaan o ne öyle, attım gitti." demiştir.
  • "eskiden cine 5'te yayınlanırdı maçlar"a karşılık verilen "o da bir şey mi, teleon vardı ha yavrum ha" kadar uzak, bu ülkeden bir şampiyonlar ligi finalisti çıkması.
  • federasyon, youtube'daki gol ve tezahurat görüntüleri altında birbirine küfür eden taraftarları ip'lerinden bulup yılmaz vural'a dövdürtmeli bence. hem yılmaz vural da bir işe yaramış olur.
  • yapılan bir ankete göre, 2005 yılında volkan demirel'in, formasını tribüne atayım derken kolunu çıkarmasını sürpriz bulmayanların oranı %79. %12'lik bir oran, formayı stadın dışına atmasını beklediklerini söyledi. ankete katılanların %8'i ise volkan demirel'i tanımadı; kalan %1'lik kısım ise "süleyman demirel'in oğlu mu o? yediler bitirdiler ülkeyi, yediler bitirdiler" diye sitem etti.

11 Aralık 2009 Cuma

kesin ekşide yazıyordur

0 eyyorlama
çok zaman önce, birtakım önemli meseleleri konuşmak üzere arkadaşlarla balık'ın kahvesinde buluşurduk. balık, mühim bir yerdi bizim için. duvarındaki eminem posterinin yanında sibel can'ın dansöz olduğu zamanlardan bir fotoğrafı vardı. o fotonun tam karşısında bir tül perde; ve perdenin arkasında kumarın şehvetli, bir o kadar da karanlık dünyasına açılan bir kapı; hemen o kapının yanında, kapak kenarlarında "aa - akıl", "akil - br", "bsa - cezmi", "cezmiye - dalak" gibi anlamsız ikililerin yazdığı meydan laurusse'ların bulundğu bir kütüphane vardı. çay ocağında tonton bir amca, emrinde bir garson olarak da sanki cyborgluktan emekli olmuş, kara-kuru, avurtları çökmüş bir robot dayı bulunurdu.

balık adlı bir kahvehanede, hiç akvaryumun olmaması, yerine insanların arasında dolaşan boxer - bulldog kırması bir köpeğin mevcudiyeti ise kahvehaneyi ilginç kılan durumdur. atalarından psikopatlık geni taşıyan bir köpeğin, kurbanlık koyun mülayimliğine nasıl getirildiği ise cevap bekleyen bir başka sorudur. balık'ın karşısında, her gün kamyon kamyon dayak yemesine rağmen, vücut bütünlüğünü korumayı başarmış (dünya üzerindeki en hızlı dayak yeme rekoru 0.87 sn ile kendisinde bulunuyor) köfteci mehmet'in olağanca hijyen sorununa rağmen, hem kendi dükkanına hizmet vermesi, hem de balık kahvehanesine lojistik destek sağlaması ise akılları karıştırırdı. lojistik destek diyince çok artistik oldu, getir- götür işleri diyelim. motorlu bisikleti, yani mobileti ona hakikaten mobilite kazandırırdı.

yani balık'ın kıraathanesi, dünya üzerinde yanyana gelmesi imkansız veya yanyana gelmemesi gereken ikililerin bulundğu bir ortamdı. misal; sigara içen ergen halim ve babam gibi. örnekler çoğaltılabilir. yani kahvehanenin adı balık değil de "ying-yang kıraathanesi" veyahut "diyalektik çay bahçesi" olsa yeriymiş. tez ve antitezler birleşip; bizim gibi vatana millete katkısı olacağına katar katar zarar veren gençleri sentezlemişti.

aynı ekşi sözlük ve yazarları gibi.

+ abi bu dizi çok iyiymiş ya.
- senaristleri falan hep ekşi sölük yazarıdır.
+ dizi diyorum, çok iyiymiş.
- sözlük abi, ekşi sözlük. ya orada yazardır, ya da okuyorlardır kesin.
+ senin .mını böbreğini skerim. sigigit.
- ordaki antirilerden tırtıklıyorlar abi. abi o buzdolabını indir allaşkına, kafaya atılmaz ki o.

hacı abi sen kimsin ya? her espri, her tespit sizin elinizden çıkıyor bu ülkede di mi? ulan adam etrafına bakınsa binlercesini göreceği ayrıntıyı sizden okumak zorunda di mi? veya kaliteli bir iş yapan, illa ki sizin tedrisatınızdan geçmiştir, sizin dergahınızda ermiştir di mi? ha benim can gardaşıma be.

o dizinin senaristleri, aşağıdaki iki sıradan adamın, sıradan muhabbetini dinleseler, kariyerleri için çok daha faydalı olur.

+ oo sabih, tabakan çok güzelmiş.
- e day'oğlu, galiteli adam belli olüyör değil mi?
+ he valla. aha bende de bu var.
- değiş edek mi la, ha değiş edek mi?
+ valla hatırası var.

şimdi düşünüyorum da, ekşi sözlük bizim balık'ın kahvehanesi gibi bir yer. hatta bazı dizilerin senaristleri, hepsi demeyeyim de çoğusuyu bizim balık'ın kahvehanesinden araklıyorlar senaryoyu. çoğusuyu diyom abi, hepsi demiyom. orası öyle.

mehmet abi, tükmüksüz iki yarım köfte, lastiğini az, marulu soğanı bol koy

hay aklınla bin yaşa mehmet abi. hay aklınla bin yasser. (arap filozof)

9 Aralık 2009 Çarşamba

yalnız insan

1 eyyorlama
"yalnız insan merdivendir, hiç bir yere ulaşmayan." aragon ne de güzel açıklamış insanoğlunun yalnızlığını. ama bu coğrafyanın yalnız insanı, hiç de öyle edebi metinde, filmde veya bir şarkıda anlatıldığı gibi artistik değildir. bizim yalnız insanlarımızın canı sıkılır. kıpır kıpır olur, durduğu yerde duramaz.

yalnızlıktan gidip dolabın kapağını açıp, bir şey bulamadan geri oturan adamın bu işlemi yüzlerce kez tekrarladığını görse; aragon yalnızlığı böylesine güzel betimler miydi? veya, marquez bizim yalnızımızı yazsa, kitabın adı "3 günlük yalnızlık" olmaz mıydı? zaten bizim coğrafyada, yalnız kalmak zordur. sadece sigara dumanında kalabalık şekilde oturma maksatlı kahvehanelerin olduğu bir ülkede yalnız kalamazsın.

bizim yalnızımız, yalnızlığını farketmez bile. ben misal, günlerce telefonum çalmasa, insan içine çıkmasam aylarca; yalnızlığımı edebi esanslarla zerre güzelleştiremem, metaforlarla örülü cümleler söyleyemem, yalnızlığıma methiyeler veya sert hicivler dizemem. bir battaniye örtüp üstüme, dizlerimi çekip kahve içemem. hırkamın kollarını tırnak uçlarıma kadar uzatamam. en büyük derdim, akşam yemeğinden sonra "şükürler olsun ki bugünkü rızkımızı da çıkardık. ama bi' sigara almaya gitsem pek hora geçecek" olurdu.

bu noktada asla yalnızlarımızın mevcudiyetini reddetmediğimi belirtmek isterim. en başta da belirttiğim gibi, yalnızlıklarımız birazcık farklıdır. evi yalnız adamla doldururcasına; sinemadan, televizyondan, radyodan üstümüze üstümüze yağdırılan yalnızlıklardan farklıdır.


bu coğrafyada bir yalnız insanın en karakteristik özelliği, çok iddialı bir saç stiline sahip olmasıdır. zira, o sıfatla herhangi bir aile üyesi; annesi, babası onu ev içinde barındırmazlar. saçı öyle olduğu için yalnız değil, yalnız olduğu için saçı öyledir. bir şekilde, öğrenci evi, yurt odası vs gibi bir yerde aynı mekanı paylaştığı bir arkadaşı varsa, onun da saç stili benzerdir. ikisi aynı mekan ve zamanda, yalnız kalabilmeyi başarmışlardır.

düşünün, talebe traşı ile büyüyen bir nesil, en iddialı saç kesimini alabrus olarak yaz mevsimlerinde yapardı. ayrıca, bir şekilde nasıl normal karşılandıysa artık, dünya üzerindeki en garip, en junky, en punk saç stili alabrustur. ama işte dedim ya, bizim normallerimiz bile farklıdır. şimdi alabruslıların yerini, saçın önünü okul müdürü gibi yapıştırıp; tepe kısmını da olabildiğince kaldıranlar almıştır. ki bence bu dünya üzerindeki ikinci en garip saç stilidir. hele bu adamlar, hakikaten eve barka sokulmayacak derecede punkları, emoları, veya marjinal tikileri görünce "tipe bak hele. kamil lan bu" derler. ulan sen kendine bi baksana y.rrak.

hülasa, bir arkadaşımızı çok iddialı bir saç kesimiyle görürsek, bir "hacı çok kıyak olmuşsun"u esirgemeyelim, bu şekilde yalnızlığına ortak olalım. bu ülkede ne kadar "hacı çok kıyak olmuşsun" söylenirse, o kadar rahat ve huzurlu bir ülke oluruz.

yalnızlık paylaşılmaz
paylaşılsa alabrus olmaz.

4 Aralık 2009 Cuma

internet

0 eyyorlama
"internet, sınırsız bir dünya" sloganını, ikramiyesiyle çocuğuna bilgisayar almış emekli bir öğremenin çıkardığı o kadar belli ki. nereye sınırsız be adam? hemen size kanıtlayacağım. ben de şu an yazarken yapıyorum bunları.

1. youtube'u açalım.
2. açtık mı? hadi bekliyorum.
3. arama yerine, mesela "göktan mevsimler" yazalım. hah tamamladı, o işte.
4. çıkan ilk sonucu tıklayalım.
5. şarkıyı dinlemeseniz de olur. buyrun, ilk yorum: "bisiklet yerine harleyle baslasaymis clipe daha ii olurdu...neyse izliyelim bakalim"
6. hadi selamün aleyküm.

alın size canlı ispatı. sınırına koyayım internet. server'ına ayrı, domain'ine ayrı, bisikletine ayrı koyayım senin. bugün iyice sinirlendim bu internete.

bir adet program indirmek istedim, 500 kilobayt falan. orjinalinin ücreti 89,95$ + kdv. ebiğidir gabiğidir 100$ de sen ona, düz hesap. bakın 100$ yaklaşık olarak 150 tl yapıyor. o an anneannemin çok güzel bir sözü kulaklarımda çınladı: "oğlum herkesi sen kendin gibi sanırsın, kandırıverirler seni. her yer para tuzağı zaten".

bir yanda bilişim dünyası ve patent kurulu, diğer yanda anneannem. tabi ki anneannem "k.o" çekti bu hamlesiyle. kendisinin güç bölmesi yemyeşilken, karşı taraftaki kapitalist dünyanın gücü bitmişti, full kırmızıydı. annennem döndü ve zafer işareti yapıp tesbihini çekti.

ben de dosta güven, düşmana korku salan can dostum google'a yazdım: "download free keygen". bir dokun, bin ah işit. bir tıkla, bin pop-up kapat. hele hele o "ilişkiye girmeyi öğren" yazan reklam heryerden çıktı. dürzüye bak, herkese osbirci muamelesi yapıyor.

saat 6 oldu indiremedim bak programı. 6 saatir uğraşıyorum. bilgisayarın diski full virüs doldu. fareye bile virüs girdi amk. geziniyor kendi başına evde.

neyse allah düşmanımı, internetten zor bulunan bir programı indirmeye mecbur kılmasın.

yüce rabb'im, bütün açık kaynak kodları ümmetine bahşetsin. ya rabb'el alemin, başta mustafa kemal ve silah arkadaşları olmak üzere, kurtuluş savaşı şehitleriyle birlikte internetten program indirip lisansıdır, keygenidir, c:\program files dizinine programı nizami şekilde kurmak uğruna son nefeslerini vermiş nice müslümanın taksiratlarını affet ya rabb'im. sen bu pek özelliği olmayan 4 aralık cuma akşamında, elleri farede gözleri kızarmış, bannerlardaki zina içeren reklamlara bakmayan inananlara düzgün bir torrent sitesi veyahut bir rapid linki ihsan et ya rabb'im.

ulan şimdi düşündüm de, göktan klibe bisikletle değil de harleyle başlasaymış daha iyi olurmuş.

1 Aralık 2009 Salı

cezmi ersöz ve murat yılmazyıldırım'a yedirdiğim neşeli gençliğim

2 eyyorlama
her şey, eskişehir'e adım attığım ilk günlerde içine düşüverdiğim yalnızlık hissiyle başladı. aslında his mis deyip küçümsememek lazım. epeyce yalnızdım. zaten lise yıllarında hafiften damarıma akmış olan bu iki arkadaş ve benzerleri, bu yalnızlığı fırsat bilerek adalar'daki insancıl kitabevi'nde kıstırdılar beni.

biri zorla avuçlarıma kondu (hehe, bu cümleyi de o kurdurdu), diğeri her fırsatta o hayattan soğutan sesiyle kulaklarımı ufak ufak taciz etti filan.

bol 3 noktalı bi insan oldum o vakit. melankoliye verdim. o neşeli, melih gökçek iyimserliğindeki ve gülümserliğindeki çocuk gitti, yerine ölümlerin çıplak geldiği bi şarkıyı zerrece sorgulamadan dinleyen, şizofren aşka mektuplar yazmaya yeltenen, ucu bucağı olmayan mutsuzluklara yelken açmış boktan bi üzgün adam geldi!

gençliğimi çürüttünüz lan allahsızlar!

peşinden, ışığı gören geldi hacı. feridun düzağaç'tan tut, tırman (kötü espri yapan bi zavallı oluş öyküme daha sonra değineceğim), kristof daum yönetimindeki beşiktaş futbol takımına kadar herkes beni mutsuz etmek için var gücüyle çalışmaya başladı. hatta kimisi mesaiye de kalıyor, uzun kış gecelerinde bir damla uyku uyutmadan, eskişehir radyo ses'den seslenmek suretiyle adeta bir mal gibi yaşamama sebep oluyordu.

okula gittiğim ender günlerin karanlık teneffüs saatlerinde, hazırlık okulunun müzik kutusundan devam etti tacizler. taa ki, bir arkadaşımın rakip operatörden uzun uzun geniş geniş konuştuğunun canlı halini görene kadar. şaka len. taa ki, üniversitenin ikinci senesine kadar.

bide, okuldan sonra istanbul'da haliç'te bi restoranda, karşısındaki boyalı sarı saçlı kızla gülüşe gülüşe mutlu mesut rakı balığın anasını ağlatan murat yılmazyıldırım'ı gördüm. len hani hayat çok kötüydü, hani çok mutsuzduk? ölümdür şudur budur, öyle gidiyoduk hep? nedir ki?

kızılcıklı caddesi'nde kızılcıkların olmayışı bile apayrı bi hüzün sebebiydi lan. ne pis işlemişse damara! doktorlar caddesi'nde zibil gibi doktor oluşu aynı şekilde mutlu etmiyordu halbuki. yahut,hamamyolu caddesi'nin hamamlara uzanışı. eminim şu anda türkiye'nin değişik köşelerinde bu adamların mutsuzluk aşılarının yan etkileriyle sonsuz bi uyku haline, halsizlik ve şuursuzluğa kapılmış nice genç vardır. bu melankolik yazar mazar takımının onda biri kadar ananızı babanızı dinleseniz çok büyük huzurlarda olurdunuz yeminlen!

gene allah yüzüme bakmış aga. erken kurtarmışım yakayı. neydi o öyle.

26 Kasım 2009 Perşembe

ilim vehim

1 eyyorlama



1. hacı amca, arabistan sıcağında beyni sulandı veya şeytan taşlama sırasında kafaya taş geldi veya taş diye amcayı attılar. orada bir şeyler oldu ve akli melekelerini yitirip birden dans etmeye başladı. eğer delirmeyse, amca çok nefis delirmiş. taşkınlığa kaçmadan ve yer yer kıvrak figürlerle, fifa tarafından belirlenen kurallar ölçüsünde delirmiş.

2. olasılık ise demet akalın delirmiş olabilir. evet bu amca, aslında demet akalın. yalnız bu iddia ile ilgili tek sorun, amcanın demet akalın'dan daha güzel sesi olması. demet akalın'ın yaklaşık 4 aydır ortalarda olmaması bu iddiamı güçlendiriyor. kendini kamufle etme amacıyla, kendine hacı dede süsü vermiş olabilir.

3. bu bir kişinin rüyası olabilir ve rüyasına giren ak sakallı dedeyi bir şekilde kameraya çekmiş olabilir. senaryo şu: ak sakallı dede ilk başta adamla cebelleziyi paylaşma hususunda rüyanın sahibi ile anlaşıyor, sonra bu hafta oynanacak maçların skorlarını veriyor. ondan sonra ver elini hoppa hoppa.

4. iddiam şu: eskiden adnan şenses'in ilham periliğini yapıyordu bu amca. hangimizin böyle ilham perisi olsa bırakmaz ki sahneleri? ha söyleyin, hangimiz ceketi takıp beline oynamaz ki? hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşmaz mıyız? tabi adnan şenşes'in sahneleri yine bıraktığı bir anda, demet akalın'a ilham vermek için gelmiş olabilir.

bu hacı amcayı bile bir şekilde anlarım da, insan ofise neden "habitat" diye plaka asar?

Sağ alttaki şey...

0 eyyorlama
Hani derler ya "usta kafamı kaşıyacak vaktim yok..." aha işte tam da öyle bir dönemdeyken uzun zamandır yapmadığım bir şey geldi aklıma. Dedim neler oluyor acaba akside. Girer girmez sağ alt taraftaki dürbünlü tüfek şekli dikkatimi çekti. Baktım Chuck yerinde değil. Dedim zaar adamcağız giderken unuttu tüfeğini. Dedim tıklıyım da bari en son nereye bakıyorduysa belki oraya gitmiştir. Koşup peşinden yetişeyim de vereyim, cangıllarda silahsız kalmasın garibim.

Ama işin rengi bambaşkaymış. Tıklar tıklamaz dünya haritası beliriverdi. Radar dedi bişi dedi ödümü kopardı. Aha dedim dünyanın istediğin şehrine nişan alıp Alderaan gibi siliveriyorsun herhalde haritadan. "How does it work" linkine bile tıklamaya korktum o derece. Dedim yazayım da uyarayım insanları, bi kaza olmasın bir de moderasyona sesleneyim buradan; Kardeş ne o öyle? Allah muhafaza bayram üstü girmeyelim kimsenin kanına? Abimgillerle para topladık Lüksemburg'a girdik demek durumunda kalmayalım sonra...

25 Kasım 2009 Çarşamba

etkinlik

1 eyyorlama

ne zaman bir "kapanış konserli etkinlik" bir görsem, sanki beyaz peynir ve saralleli sandviç(1)(2)(3) yemişim hissiyatına kapılıyorum. millet sırf konseri dinlemek için, senin konuşmalarını dinleyecek. planın bu ha?

olm adamlar, istiklal marşı ve saygı duruşundan sonra dışarı sigara içmeye çıkacak; sonra saatlerine bakıp "konser başlamıştır artık" diyerek içeri girecekler. bu bariz. misal yukarıdaki etkinliğe saat 15:30 sıralarında girenlerin sayısı, içeride olanlardan 3 kat daha fazladır. yaklaşık olarak tabi.

"konsersiz etkinliğe gitmeyen, gitti mi de yarıda çıkan bir millet, çene altından gıdı çıkartmaya mahkumdur." (benjcev, biraz önce - içimden söyledim, takdir edersiniz ki manyak değilim -)

(1) : tarifi; yarım ekmeğin içine, saralle bir bıçak yardımı ile sürülür. daha önceden kestiğiniz beyaz peynir, içine tıkıştırılır, ve ekmek kapatılır. yaklaşık 5 dakika bekledikten sonra, sunulmaya hazırdır. (ne yemek yaparsan yap, 5 dakika bekletmek şanındandır). afiyet olsun.

(2) : salihli sekine evren anadolu lisesi yanındaki hüseyin bakkal, hala bu sandviçten yapmaktadır. salihli'ye gittiğinizde hüseyin bakkalı görmenizi isterim. hatta ilk başta, okulun duvarından atlamalısınız ki tadı çıksın. bunları yapmadan "salihli gördüm" demeyin. gerçi neden böyle bir şey diyeceksiniz? bildiğiniz ilçe lan. kaymakamlık falan var, hökömet binası diyorlar, belediye sarayı var, caddesi var, insanlar yürüyor. az kalsın şehrin içinden otoyol geçecekmiş ama ıskalamış, dışından geçiyor.

(3) : ayrıca, 'bir şehri gördüm' diyebilmek için yapılması gerekenler listesini, mahalli yöneticiliklerden alabileceğinizi biliyor muydunuz? bir de, sabah kahvaltıda çayınıza katacağınız bir tutam maydonozun vücudunuza zerre katkısı olmayacağını, aksine ağzınızın dadını bozduğuyla kalacağınızı biliyor muydunuz? bunlar hep, hayat için küçük ipuçları.


-- bu da, dünya tarihindeki, kaynakçası kendinden uzun ilk yazı olsun.--

bu ara yukarı yazma skini iyi buldum ha. ben bunu kullanır dururum gari.

23 Kasım 2009 Pazartesi

herkes msn'de, lakin herkes meşgul

7 eyyorlama
al bu paradoksu, ver ariston'un eline (çamaşır makinası olan evet), tüm ömrünü harcar da yıkık dökük grek sütunlarının gölgesinde; yine de bi sonuca ulaşamaz. zaten ulaşsa da ben anlayamam. lisede mantığım 100 üzerinden 12 idi. o kadar da net hatırlarım.

belli ki, beklediğin biri var can hatce, kan ali. belli ki, koskoca msn listesi bi yana, içini turuncu bi heyecanla dolduracak, umutla beklediğin bir bırlıt (efekt) sesi bi yana. belli ki, geri kalan biz lüzumsuz kalabalığın senin için zerrece değeri yok. ayağımız kaysa da salacak sahilinden denize bırakılsak (ne salacak'ı gördüm ömrümde, ne de denize bırakıldım. ama haberlerden filan bilinç altıma işlemiş), kurtarmaya yeltenmiyceksin.

belli ki, o kız girer de belki bi laf atar diye açık msn'in gün boyu. biz bir çift yumurtalık sahibi mahlukların senin için hiç değeri yok. ha, bişey söyliyeyim mi? o kız da bok titredir seni!

gizli işsizlik denen şeyi çok net gösteriyor bu. koskocaaaa ekonomik mi, sosyolojik mi, ideolojik mi şu an bilemeyeceğim bir terimi msn'le açıklamaya çalışacağım da hiç aklıma gelmezdi. herkes işde ama herkesin msn'i açık. ve herkes meşgul! tiksindim alayınızdan.

satırlarıma son verirken, laf sokma amaçlı bir müslüm gürses dörtlüğünü şuracığa nakşetmek istiyorum:

ben keder üretir dert yaratırım
aleme ibrettir her bir satırım
kırk yılın başında halim hatırım
sorulsa ne yazar sorulmasa ne

tüm laf sokuşlarım benjcev'edir. sonradan müslüm hayranı küçük kare pantolonlu entel! halkım lan ben!

20 Kasım 2009 Cuma

yolda bulunan parayı mususi etmek

0 eyyorlama
mülkiyetin doğada bulunan en saf halidir, yoldaki sahipsiz para. hele insanlık için küçük ama gündelik işler için büyük bir miktarsa, değmesinler keyfimize. örneğin 5 tl veya 10 tl. çok büyük mutluluk kaynağıdır kağıt para bulmak. paranın ilk görüldüğü andan cebellezinin bitimine kadar olan süreç şöyle işler:

1. "aha para galiba lan bu" süreci. buna farkediş süreci de diyebiliriz. yerde kuzu misali yatan paranın algılanışı.

2. "temizinden bi' onluk, taş attım da kolum mu yoruldu" süreci. burda da, insan beyni, farkedilen paranın değişim değerini hesaplıyor.

3. "başka kimse gördü mü acaba lan?" süreci. evet, bu da vahşi doğada türler arasındaki rekabete benzer bi durum. parayı gören şahıs, anında para ve kendi etrafındaki kişileri kontrol eder.

4. "parayı çaktırmadan bir güzel paparazzi edeyim" süreci. bu süreçte, insanoğlunun beyniyle işi bitmiş, ayaklarını ve dudaklarını kullanmaya başlamıştır. bir taraftan ıslık çalarken, bir taraftan da, sanki kumsalda dolanan banu alkan misali parmaklarının ucuyla, merkezi para olan ve çapı gittikçe küçülen daireler çizer. en sonunda da parayı ayakabbıyla kapatır. bundan sonra, para onun mülkiyetinde. mülkiyet tabanında. mülkiyet yerlerde.

bundan sonrası, yani haydan gelen paranın huya doğru çizeceği istikamet, parayı bulan kişinin yaratıcılığına kalmış.

bu noktadan sonra ahmet çakar tavrı alıyorum, biraz açılın, tüpürük gelebilir.

bir, marx sana söylüyorum. adamsan çıkar konuşursun. üretim ilişkileri açısından nasıl değerlendireceksin bunu.

iki, adam smith. hani modern ekonominin kurucusu olarak atfedilen adam smith. sen şerefsizin önde gidenisin. bakın, şerefsiz demiyorum, şerefsizin önde gideni diyorum. serbest piyasaya nasıl dayandırabilirsin bu mutluluğu? "lözefe" miydi "le cola" mıydı neydi o prensibin adı?

üç, bendeniz ahmet çakar. (ahmet çakar'ın, özeleştiride kantarın topuzunu kaçırma sürecine bayılıyorum). ben ki götler ordusunun en önde bayrakla koşanıyım, ben o parayı nasıl kaybettim? lan olm, daha biraz önce cebimdeydi.

neyse son bir şiir ile bitirmek istiyorum:

para para para
ille de para para para
arap arap arap
tut kıs kıs kıs!

ayrıca bu postumuzda, en son tayland'da top koşturup, aids'ten dolayı hayata gözlerini yumarak, tayland'daki yaşamı ve ölümüne dair akıllarda hiç bir soru işareti bırakmayan rahmetli mususi'yi de anmış olduk.

19 Kasım 2009 Perşembe

fotoğraf

0 eyyorlama

aile fotoğrafı çektirmek için, fotoğrafçıya gidilen zamanlardı. herkes, en şık kıyafetlerini giyer, en kabarık saç modelini yapar; varsa ailenin taşıtı - ki evin reisi tarafından "şahsî taksi" olarak adlandırılırdı - ona binilir; yoksa bir ticari veya toplu taşıma aracılığıyla, μ bir isim olmak üzere foto μ adlı dükkana gidilirdi.

işte o zamanlardan kalma bi' hikayedir dostlar. hikayenin adı: ﺑﮖﺫﺹﺶﺶ

yani, ben de anlayamadım şimdi. bunca yıldır bilgisayarla haşır & neşir (hashr 'n' neshr) olan ben, karakteri eşlemi ilk defa gördüm, onu kullanıyorum. büyüsüne kapıldım programın. en başta "şahsî" yazmamla başladı her şey. alengirli i'yi bulmak içindi.

½ gün boyunca uğraştım bununla. ama hala "Я" harfini hangi millet neden kullanır, anlamış değilim.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Babaların zamansız yaptıkları cinsel içerikli espriler.

0 eyyorlama
Kim ki şahsına kendisinden düşen tarafından "baba" denmiş bir erkektir, cinsel esprinin yerini ve zamanını unutan adamdır. Ama amcalar ve dayılar çok komiktir. Özellikle de bacanaklar.

Bir anda o ne pis, o ne yersiz espridir ? Baba aslında tek ve vazgeçilmez küfrün pezevenktir senin. Onu da şu an ismini vermek istemediğim birini siyaset, diğerini spor dünyasından tanıdığımız iki simaya söylersin sadece. Baba, sen ki an itibariyle 32 kişinin eniştesi, 5 kişinin amcası, 3 kişinin dayısısın. Kalan üyeler içinde iki de torunun var baba. Koca adamsın.

Asıl benim yüreğimi dağlayan nokta bambaşka. Yıllardır "Elin yanında o laflar edilmez" diye öğütler vermiş, bu uğurda yer yer hakarete ve kaba kuvvete başvurmuş adamın kendi prensiplerini çiğnemesi kanıma dokunuyor.
Fakat dayım ya da amcam da başkaları için birer "baba"dır? Dur azcık da kafayı ona takayım.

16 Kasım 2009 Pazartesi

seçimler

0 eyyorlama
"benim ülkem yok. ben herhangi bir toprak parçasına ait değilim. seçimlerim beni buraya getirdi, ama yapabileceğim seçimler kümesini ben seçmedim. yani, harun yerine hulusi'yi seçtim fakat tonguç'la arkadaş olmak benim seçeneklerim arasında zaten yoktu. dolayısıyla ben, sadece verilen seçenekler arasında sıkışmış bir seçim özgürlüğüne sahipsem, skmişim amcamları da, kına gecesini de... sokturtmayın gelinin çeyiz sandığına da havlu oyasına da... gelmeyeceğim ben. baba yaklaşma, atarım kendimi. baba indir o levyeyi. kendini düşünmüyorsan beni dü..." diye bağırdı genç adam.

oysa ne de iyi başlamıştı konuşmasına. tüm aileyi bir anda etkisi altına almış, ama sonlara doğru, en büyüğü kendinden 4 yaş küçük kuzenleriyle birlikte pistte koşturma ihtimali onu çileden çıkartmıştı. işi amacaya küfre kadar vardırmıştı. o sırada abisi, dirseğiyle dürtüp "küfre girer umut. küfre girer kardeşim. etme" diye fısıldayarak uyarıyordu.

bu olaydan 1 saat öncesi

umut: off ya, safinaz'ın kına gecesi varmış. zorla götürecekler beni.
abisi: olm ben ders çalışacağım için gelemem. benim marazetim var.
umut: yarramın kafası gelmezsin. annem senin sünnetliği de ütüledi.
abisi: ya skecem, dersanede sınav var ya. ödüllü deneme sınavı.
umut: lan allaşkına bi sus ya. ödüllüymüş... ulan şebit abi olmasa sen oraya bedava medava gidemezsin.
abisi: babasının hayrına yapmıyor ya. biz de istişareye gidiyoruz evlerine. hem burs da sağlayacaklarmış.


bu olaydan 1 saat sonrası

uyandığında, boş bir salonda, misafirlerin sigara kokan ceketlerinin arasında, karanlık bir ortamdaydı. dışarıdan "zennube" şarkısının nağmeleri içeri doğru usul usul süzülüyordu. demek ki, babası ilk önce bayıltmış; sonra da kına gecesine getirmişti. kapı aralığından kendisine bakan bir göz gördü. o göz, büyük birader'in gözüydü, onu izliyordu. kardeşinin uyandığını görünce, anında topuk eyledi ortamdan.

işte o an karar verdi: "benim ülkem yok. zamanın birinde hangi ülkede babalar oğullarına 'tamirat yapamayacaksan söyle, seni okula verelim' diyecek, işte o ülke benim ülkem olacak."

pelerinini giydi, asasını aldı ve odadan bir hışımla çıktı. daha geçen yaz sünnet olmuştu.

12 Kasım 2009 Perşembe

Cüneyt Arkın'ın her filmde giydiği kırmızı boğazlı kazak

1 eyyorlama
Bu adamın üstünden bir o kırmızı boğazlı kazağı çıkarmadılar lan. Çıkartsalar rahatlayacaktı, asabiyeti geçecekti. Ama her filmde demirbaş gibi dayadılar kırmızı boğazlı kazağı. Babam da o buhranla sinir manyağı oldu, her seneryoda düzinelerce leşi var. Sözleşmesinde yazıyor lan, gözlerimle gördüm. Film çekimi için günlük ücret, sigorta, yemek, prim felan bir de ''Fahrettin Cüreklibatur bu filmin çekimleri boyunca kırmızı boğazlı kazak giymek zorundadır. Kendisi aksi halde tazminat olarak yakaları albatros kanadı modeli gömlekle, dikine çizgili siyah '70'ler mafya babası' takımını giymeye mecbur olacaktır. Kenarları nedensizce kaldırılmış fötr şapka ise opsiyoneldir.'' maddesi var. Adamlar prodüktör tabi, oyuncular üzerinde büyük güçleri var. Bu dayatmalarla Arkın'ı leylek gibi gezdirdiler bir dönem. O da öfkelendi haliyle.
Tamam bu sinir oyunculuğunun inandırıcılığı açısından iyi oldu ama adamın psikolojisinde yer de etti bence. Bugün bir Cüneyt Arkın'la milenyum bebeleri bile taşak geçiyorsa, nedeni kırmızı boğazlı kazağın Cüneyt Arkın'ın zihni üzerinde bıraktığı tahribattır (aynı milenyum bebeleri bugün bir ziya şengül'le taşak geçiyorsa ise bunun tek nedeni ziya şengül'ün vişne çürüğü bir ten rengine sahip olmasıdır, hata kendisi veya güneş kreminde). Olm nası bırakmasın ba bak resme bak allahını seversen:
http://images.gittigidiyor.com/...

Yalnız resimdeki pantalonu hala İstiklal'deki gencoların üstünde gördüğümü fark etmek beni ürküttü.

Ülkemizde sanatçılara gereken kazak ne yazık ki öldüklerinden sonra veriliyor.

Bi de aklıma takıldı lan ''çıkarmak'' mıdır, ''çıkartmak'' mıdır? hatta ''kapamak'' mıdır, ''kapatmak'' mıdır? Hatta ve hatta ''Atilla Dorsay'' mıdır, ''Attila Dorsay'' mıdır? Sikicem ne alengirli gramerimiz varmış.

8 Kasım 2009 Pazar

gerçek hayatta işe yarayan bilgi

0 eyyorlama

bilgi, alınabilir satılabilir bir ürün olduğundan beri, bu ayrım yapılıyor. gerçek hayatta işe yarayan bilgi, gerçek hayatta işe yaramayan bilgi, zahiri hayatta işe yarayan bilgi, vs... insanlar, sadece gerçek hayatlarında işlerine yarayabilecek bilgileri satın almak istiyorlar. aslında, konstantre bilgi özü olsa, sulandırıp sulandırıp kullanacaklar gerçek hayatlarında.

insanların gerçek hayatı nedir peki? integral alınmayıp dört işlemin yettiği bir hayat olsa gerek.

+ abi integral biliyor musun?
- derdimi anlatacak kadar. dx dy o kadar.

veya coğrafya misal. başkent bilgileri sadece arkadaşlarla oynunu oynadığımız zahiri hayatta işe yarar. fakat meridyen bilgileri iftar saatlerini bilmek için, harita ve yön bilgisi kıblenin yönünü tayin etmek için gereklidir. ama mesela, izohipsler sittin sene hayatta bi' işine yaramaz.

+ abi, serbest muhasebecilik hayatımda izohipslerin işime yarayacağını düşünmüyorum.
- asıl sen izohipslerin işine yaramıyorsun tırrık.

gerçek hayatın tanımını yapmak gerekirse, bakkal alışverişi, gündelik gelir-geçer bilgilerle yapılan hava tahminleri, kahvede ona buna resmi tarihle yapacağın milliyetçi artizlikler.

insanlar bunlara para veriyor. misal osmanlı imparatorluğu'ndaki devşirme yöntemine pek talep yoktur gereçk hayatta. fakat, aksi gibi osmanlı imparatorluğu'nun fethettiği yerlerin halkına saygılı davrandığı bilgisi, fahiş fiyata satılabilir.

nasıl sadece öss'li lise zamanlarında, bilginin öss'de sorulup sorulmamasına göre dikkat ediyorsak...

+ hocam bu konu öss'de soruluyor mu?
- yok evladım, ama üniversite için gerekli.
+ (fısıltılı bir ses ile) erkan olm, akşama halı saha maçı var.

yok'u duyduktan sonra hocayla işi kalmadı pezevengin. yök'ü duyduktan sonra da hayatla işi kalmayacak, çünkü gerçek hayatında işine yarayacak bilgilere haraç verecek.

iki gün önce, yök'ün 28. kuruluş yıldönümüydü. gerçek hayatta işinize yarar mı bilmiyorum?

6 Kasım 2009 Cuma

demir bükey

0 eyyorlama

ben böyle spesifik insanlara bayılıyorum. bu adam, sanki çocukluktan beri ailesi tarafından, türk şoförlerine doğruyu öğretmesi için yetiştirilmiş gibi. hatta ismi de ona göre verilmiş: "demir bükeyiler, araba yapayiler yieavrum" diye teknolojiye şaşıran anneannesine gönderme yapmayı da es geçmemişler. ayrıca, bu adam sanki çocukluktan beri bıyıklı ve şapkalı gibi.

şimdi, bu adam yanlışı sevmez, hatayı affetmez tavrıyla; geceleri hbb'de olması beklenen şehvet dolu dakikaları "lastiklerimizi kontrol edelim", "dönerken sinyal yakalım, gerekirse kolumuzu camdan çıkaralım, arkanızdaki angut anlamadı mı, durun güzel bir dille izah edin, dolmuş şoförü levyeye mi yeltendi, beni tanımıyorsunuz ibneler" gibisinden sert ifadelerle ergenlere zehir etmiştir. neyi zehir etti diyeceksin? uzun oldu cümle, haklısın. geceleri hbb'de olması beklenen şehvet dolu dakikaları. kim? demir bükey. ok mi? very welllll.. haydi bakalım diğer paragrafa. sizi hınzırlar, kıh kıh kıh.

şimdi her babanın bir demir bükey olduğu zaman vardır. 18 yaşına girmiş çocuğuna direksiyon kursu veren her baba biraz sinirli, biraz küskündür talihine. işte demir bükey, ailelerin içine bu şekilde sızar: "oğlum yavaş yavaş bırak debriyajı, bağırsın araba sen bas gaza, olm bas gaza lan. oğlum daha ilk sürüşünde ne diye dirseğini camdan çıkarıyorsun? frene bas, frene bas lan! el frenini çek, perdeyi arala, gireceğim rüyalarına" gibisinden hoyrat bir demir bükey olur.

ne? o filmler hbb'de değil miydi? show tv'de miydi? pankreas güreşlerindeki amerikan gladyatörlerin o yağlı vicutları? yanlış programı mı izlemişim?

5 Kasım 2009 Perşembe

system32 gerçeği

0 eyyorlama

"c:\windows\system32" dizinini windows işletim sistemlerinin temeli yapan gözlüklü genç mühendis! biliyor muydun ki, bu coğrafya ergeni pornolarını orda saklar? bunu bilsen, "windows gibi adın batsın" diyerek inzivaya çekilmez miydin? system 32 dediğin, 31 için kurulmuş bir sistem olmuş bu ülkede; sen hala vistadasın, kustadasın koç?

anneler, babalar! ergen çocuğunuza, bir de mevzu bahis klasörünü inceledikten sonra bakın. nasıl? o masum, saf, tertemiz çocuktan eser yok di mi? ne? cinsellik hakkında bilgilendirme konuşması mı yapacaktınız? kim? amerikan pastasındaki örnek baba figüründen mi duydunuz bu konuşmayı? neden? ağzıma vurdun ki durup dururken?

şimdi bir takım mailler geliyor bana, yok neden sadece windows kullanılıyormuş gibi yazıyorsun, linux gerçeğini göz ardı edemezsin, orda da nefis pornolar oluyor diye. işte ben bu tip adamlara "aşırı linux hassasiyeti olan adamlar" diyorum. işte ben bunu diyorum arkadaş. bunu!

bu programda da system32 gerçeğini hep beraber öğrendik. eğer pornolarını masaüstüne kopyalayan ergen varsa onu bilemem. o benim alanım değil. o konuyu siz cinayet masasına açın derim. bariz biçimde oğlunuz tarafından tehdit ediliyorsunuz. ayrıca kahrolası pamelaları bu işe bulaştırmayın!

4 Kasım 2009 Çarşamba

kış kokusu

0 eyyorlama

"kıç kokusu" diye bakınız verecek arkadaşların allah belasını versin. burası blog lan, isminde sözlük geçen her yeri p.ç etmeyin. atasözü ve deyimler sözlüğünde bile gördüm sizden birilerini. yavşak, "ben kadıya derdimi yanıyorum, kadı bana sikini sallıyor" maddesine (bkz: seni kınıyorum ve sana sikler hazırladım) yazmış. olm elleşme radyoyla. kaksiktirgit!.

pardon, sizi de üzdüm bu denyo yüzünden. bak daha köşeden bakıyor hala. ne diyorduk? sigortadan emekli pezevenk... devekuşu kaberesi'nin aynı ismi taşımayan "aşk olsun" adlı oyunundan duyduğum bu espriyi, bir yerde yapacağıma dair 1993'te yemin etmiştim. gün, bugünmüş. en sonunda yaptım. hakaaaaan abi, sen manyak mısın ya hakan abi?

kış kokusu, hep çocukluğumu hatırlatır bana. aslında tek bir kış kokusu da yok. bazen köydeki tezek yakılan evlerden gelen isin tatlı kokusu, bazen şehirde karbonmonoksit ile genzi yakan duman, bazen de soğuğun bizzat kendi yakıcı kokusu. ama hepsi ilginç şekilde, ilkokuldan eve dönüş yolundaki akşama çalan gri havayı, tek kanal sıkıcılığını, seyyar satıcıdaki kış meyvelerini, renkli lastik çizmelerimi vs.. bir sürü gereksiz detayı hatırlatır.

kış aylarında, mahalle arasında oynanan futbol da genelde orta saha mücadelesi şeklinde geçtiği, o soğuk havada terli terli eve dönünce de babam ebemin penaltısını gösterdiği için, durum iyice sıkıcı hal almaya başlardı. tek eğlence, haftasonları radyodan kamil ocak stadyumundan merkeze, merkezden izmir alsancak stadına bağlanılan programları dinlemek ve neden/nasıl zevk alarak izlediğimi hala kendi kendime sorduğum, mustafa yolaşan'ın sunduğu pazar 90 türevlerini izlemekti.

işte yine, o kış kokusunu almaya başladım. hava yine gri. kravatı çıkarabilsem, inadına gidip sokakta top oynayacağım, ama kravatı çözmeye gücüm yetmiyor. kördüğüm olmuş.

29 Ekim 2009 Perşembe

Zengin iş adamı ile viski bardağının kısa ve çarpıcı öyküsü

3 eyyorlama

Zengin bir iş adamıyım. Zengin ve hırslı. Paranın gözüne gözüne vuruyorum. Sıçsam para sıçıyorum. Gel gör ki manevi olarak tam bir boşluk içerisindeyim. Kendim bu denli zengin ve hırslıyken, insanların paragözlüğünden dem vurup isyan ediyor, içtikçe içiyorum. Travmalardan, panik ataklardan ciğerlerim göz göz oldu.

Hem zengin hem de dertli olduğum için içecek olarak viskiyi tercih ediyorum. Genelde içiş tarzım fondip. Fondip yaptıktan sonra ağzımı kençük gibi yapıp ön dişlerimi gösteririm. Bu esnada bardağı elimde döndürmem ise kendi nazarımda en klas hareketimdir.
Ön dişler gözüktü mü hırsa bürümek benim için kaçınılmaz olur. Kravatı gevşettiğim gibi çevik bir hareketle viski bardağını duvara fırlatırım. Tuz buz olan bardağı ve ahşap zemine saçılan damla damla viskiyi seyretmek bana paha biçilemez bir haz verir. Derdi sıkıntıyı unuturum.

İşte bu bizim viski bardağı ile aramızda gelişen rutin bir olay.

27 Ekim 2009 Salı

Haber bültenindeki konuğun sohbet sonrası akıbeti

1 eyyorlama
Ben konuğa teşekkür edilip kemralar Uğur Dündar'a döndükten sonra bülteni boşlarım. Dinlemem. Aklım konuktadır. O anda kalkıp gider mi bu konuk, yoksa herhangi bir olay yerinde çekilmiş kamera görüntüleri ekranlarımıza yansıdığı esnada mı terkeder stüdyoyu? Uğur bir sonraki haber hakkında bilgi verirken benim gözüm ekranın sol tarafındadır, görmesem de konuğun hareketlerini tahmin etmeye çalışırım.

Benim hayalimdeki sohbeti bitmiş konuk önce yakasındaki mikrofonu söker, rejiye doğru bakar. Rejiden gelen "bir dakka arkadaşım" ifadeli el işaretiyle beraber beklemeye başlar. Sonra da kalkar gider. Aslında çok da komplike bir durum değilmiş, şu an için her şeyi kafamda bitirdim. Fakat göreceğim ilk konuklu haber bülteni için net bir şey söyleyemiyorum. Çocukluğumdan bu yana içimde taşıdığım bu merak, kendi kendime olayı izah etmekle, bu kadar basit bir şekilde sona eremez. Sırf karaktersizlik yaşamamak için konuğumuzun durumunu merak etmeye devam edeceğim.

21 Ekim 2009 Çarşamba

dolmuş

0 eyyorlama
ahh dolmuşlar... bizim dolmuşlarımız...dolmuştaki birtakım ayrıntılardan bahsetmek istedim bugün. siz de telefonla bağlanabilir, dolmuşta gördüğünüz ayrıntıları dinleyicilerimizle paylaşabilirsiniz. şöförün annesinin yanındaki çocuğa "oynama tesbihle, ananı skerim" olayını kendi başından geçmiş gibi anlatan ilk arkadaşa, soner arıca'nın aynı adı taşıyan bizzat kendisini veriyorum.


benim dolmuşlarda en çok sevdiğim detay, çok işlevsel aksesuarlardır. hem motor kapağı, hem kasa hem de koltuk görevi yapan, halk arasında muavin götlüğü olan yer misal. bir çok kez, yolcunun oraya oturup, son duraktan belediyenin kadrolu muavini olarak indiğini bilirim. ki bizzat ben bunu yaşadım dün. bir müddet sonra aklımda "sevene canım feda, sevmeyene elveda", "bir sana birde sabah uykusuna doyamadım" gibi cümleler dönmeye başladı. muavin dilbilgisiyle, de bağlacını da ayırmadım zihnimde. dolmuştan indiğimde, garip bir şekilde gömleğimin düğmeleri çözülmüş, bıyıklarım çıkmıştı. yere tüpürdüm. bunun gibi bir sürü aksesuar vardır. tavandaki kağıt mendillik, cama yapıştırılmış bozuk para kesesi, pilli vantilatör, vs.

diğer bir detay ise, ayakta duran insanların "şoför kardeş, sana karşı boynumuz kıldan ince" duruşudur. tavan yüksekliği 1.5m olduğu için, ülkedeki boyun fıtıklarının bir numaralı müsebbibi bu dolmuşlardır. tabi, 2 metre civarı olan dolmuşta "kaptan, yol ağzında silkele" diyen adamın pskolojisi, bu düşük tavanlı dolmuşlarda "bir maruzatım vardı şoför bey, müsait bir yerde, hani siz de uygun görürseniz, haddimize değil ama inmek istiyorum. ama tabi sizin takdiriniz"e dönüşebiliyor.

fizik kuralları işlemiyor bu dolmuşlarda. nasıl sıvılar ve gazlar bulundukları kabın şeklini alırsa, herhangi bir insan topluluğu da bulunduğu dolmuşun şeklini alabiliyor. mesela geçen gün, dolmuştan kalıp şeklinde inmiş ve dolmuş gibi yoldan giden 50 kişilik grup gördüm. dolmuşun tepesinden vurarak çıkarmışlar galiba bu insanları. ortada dolmuş kalmamış ama şoför hala "arkadan ücretini veremeyen, verip de üstünü alamayan, sevip de kavuşamayan var mı?" diye soruyordu.

bazı cümlelere karşı dolmuş şoförü kulağı hassasiyeti vardır bir de. ben o kadar motor gürültüsünde ne düşündüğümü bile anlayamıyorum, ama ne zaman bir teyze yarım ağızla "incek vaa" dese, şoför zart diye duyabiliyor. ben bunun deneyini yaptım. ilk durumda "şoför bey, hakkınızda ipne olduğunuz dedikoduları dolanıyor, sağda solda 4-5 zenciyle seviyesiz bir birliktelik yaşadığınız, seks fırsatları verdiğiniz söylentileri ayyuka çıkmış" diye söylendim. duymadı. fakat "müsait bir yerde ineyim" şeklinde düşünmeye başladığım an durdu ve indirdi. daha dillendirmemiştim bile.

şoförün müşteri memnuiyeti anketi, yolcuyla dikiz aynasında göz göze gelmektir. hayır adam sürekli yola bakmadan sürüyor, ona bile tamam ama, neden sürekli yoklama yapıyor anlamıyorum. bütün yolcularla sırayla gözgöze gelip "umarım birazdan yapacağım ani fren yedi ceddinizi skmez. affınıza sığınarak abanıyorum. hadi bisssmillaah" mı diyor.

son olarak da, şoförün korna çalarak, yoldaki insanları dolmuşuna binmeye ikna edebileceğini düşünmesi ne pis bi'şeydir. dün mesela, kaldırımdan yürürken bir dolmuş korna çalıp duruyordu. dolmuş kornasıyla yaşadığım diyalog.

+ dü dü dü düt! düt! (dolmuşumuz sular idaresine gidiyor)
- sağol kaptan benim için uygun değil.
+ düt düt dü dü düt! (binmediğine pişman olabilirsin)
- teşekkürler fakat oraya gitmeyeceğim.
+ düüüüüüt dü dü düt! düt düt! (çok özel fırsatlar, şok kampanyalar var. misal uniformalı öğrenciye 1 tl)
- ilgilenmiyorum.
+ dü düt! (kırılırım)
- ...
+ düt. (artık kısa kornalar çalıyorum)

döndüm baktım, şoför şebnem ferahmış.

19 Ekim 2009 Pazartesi

amigoluk müessesesi

2 eyyorlama
aslında, tribüncü tayfa gözünden bakılınca bile kötü bir taraftar sayılmam. elimden geldiğince tezahüratımı yapar, efendi gibi üçlümü, pınarbaşımı çeker, futbolcuları çağırır, alkışımı tutarım. taç attım da kolum mu yoruldu, di mi yani? fekat bir galatasaray'lı olarak bazı gıcık kaptığım bağırıntılar vardır.

misal; "saldır cimbom ok let's go" ve sonrasında gelen "veeeoooy veeeeoooy" kısmı. geçen seneki bir avrupa maçında, bu tezahürat yapılırken "vurun beni, muhammet isa aşkına, yattığınız ranza aşkına, deeeey şutları ver eder sabri denen dürzü. geberdin beni, allah adı verdim bak" diye kendimi paraladığımı bilirim. allah'tan bu sene bu bağırıntı yok. işte bu gibi gıcık kaptığım tezahüratlarda veya çok yorulduğum anlarda skseler bağırmam (ne kalender, geniş adammışım ben de).

ve ben ne zaman bağırmasam, bir amigo gözü üstümdedir, hissederim. bilirim, o beni aşağıda bir yerlerden beni izler, ve takım fark atarken bile neye sinirli olduğu belli olmayan, genç yaşta kırışık gözleriyle, bana doğru bakar. inanın bu adamlara gidip "reis yaşına başına bak, gencecik yaşta ne hale gelmişin, git bi yüzünü yıka, fitaminli gıdalar al, alkolü-siğarayı azalt" diyesim, tavsiyeler veresim geliyor ama yiyeceğim dayağın tayfanın da katılımıyla, toplu sünnet törenine dönmesinden tırstığımdan diyemem. senin ecdadanı skeyim ben. forma bile giymeden gelmiş, artizlik yapıyor.

(karıncaezmez şevki, amigoluk müessesesini türkiye'ye ilk getirenlerdendir. tabi o zamanın tezahüratları "cimbom vur vur vur, biz dönem gereği naif olmak zorundayız, ama sen vur vur vur" tadında olduğu için, bu müessesenin gideceği noktayı ayırt edemedi. şimdi ise, shabani nonda'nın cinsel organından bütün bir tribün gururlanıyor. fotoda karıncaezmez şevki, tribün tayfasına tezahürat yapılırken ideal elin nasıl olması gerektiğini gösteriyor. "parmaklar bitişik, avuç karşıya bakacak ve herkes kemik gözlüklerini tedarik edecek. biri arkamdaki kel ve bıyıklıyı da kontrol etsin, skecek gibi bakıyor pezevenk.")

işte bu anlarda korkumdan, ingilizce şarkı çalan barlarda dudağımı kıpraştırır gibi kıpraştırıyorum. hatta bazen gaza gelip, amigodan çok amigocu olup arkamdakilere kızıyorum. "beyleeer bağırın beyleeeer, hep beraber söylüyoruz. şşşişşşşşş. ooooooo... beyler hadi beyler.". aslında bir dede misali "çökelim beyler" demek isterken, korkumdan dünya tezahürat tarihinin en skko kafiyelisini bile başlatabiliyorum:

burası sinema, tiyatro değil,
bağırmayan taraftar s.ktirsin gitsin.


es, es, es! mü, mü, mü! müessese mü! müessese yazmaktan, müesseseye yabancılaştım. müessese yazmak yaaa dost.. ne zor imiş meğer.

15 Ekim 2009 Perşembe

meteor

1 eyyorlama
birader, bu meteorlar neden hep boş araziye düşer? lan bir kere de şehre düşsün ya. bir kere de "tem otoyolu, meteor yağmuru yüzünden kapalı. ulaşım yolun tek şeridinden kontrollü olarak sağlanıyor. vinçler yanan meteora yaklaştı fakat eridiler. halk arasında portif olarak bilinen forkliftler buharlaştı." gibi bir anons duyalım.
(uzaydaki taşa meteor denir)
tamam, boş araziye düşme olasılığı daha yüksek. fakat bir kere de ne bileyim, şöyle taksim meydanına düşsün. normal doğa olaylarında siki çarşafa dolayan yetkilileri, bir de o zaman görelim? meteorun önüne geçip açıklama yapan varla yok arasında bıyıklı, kahverengi takım elbiseli adam görelim televizyonda.

bunun bilim kurgu filmlerine benzeyen örnekleri yaşandı bu ülkede. radyasyonlu çayı, "bütün vitamini protonunda" diyerek içti, 5 sene sonra kanserden öldü biri, veya temiz olduğunu göstermek için girdiği haliç'te "su tertemiz hacı, sen de gel, ilk başta biraz kokuyor ama sonra insan alışıyor" diyordu başka biri. yemin ederim dalıp çıktığında lüle lüle bok düşüyordu herifin başından. bir de meteor düşünce n'olacak ona bakalım.

9 Ekim 2009 Cuma

son seksleri oldu

0 eyyorlama
cinsel yaşamlarını hareketlendirmek isteyince, komşuları tarafından öldürüldüler. (haberin devamı aşağıda)
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

evli çift a.g ile m.g, iki ay önce cinsel yaşamlarını hareketlendirmek için horoz kesip, adak adadılar. fakat kestikleri horoz komşularının çıkınca, işler karıştı. komşuları y.r.k, horozlarının seks adağına kurban gittiğini öğrenince çok sinirlendi. ilk önce amcasının oğlu s.k'den pompalı tüfeğini "ava çıkıyorum" diyerek ödünç alan yaşar rıza kurakorman, komşularının evine gizlice girdi.
(m.g, sekse çok önem verir, seks yapanı teçvik ederdi. köyde ona "seks ana" derlerdi)

y.r.k, çift yatakta uyurken havaya 3 el ateş etti. korkudan kalp krizi geçiren çift, sağlık ocağına kaldırılırken öldü. ki kaldırılsa da kurtarılamayacağı aşikardı. cinayetten sonra jandarmaya teslim olan y.r.k "bir an için sinirlendim. sefa'dan tüfeği alıp vurdum. pişmanım. ama sefa değil." diyerek açıklamada bulundu. a.g ile m.g asri mezarlığa defnedildiler.

bu post, haberin anasayfadaki resminde fazlasıyla erotik resimler kullanıp, haberin içeriğinde teyze ve amcaların cinsel yaşamına yer veren ve gençlerin cinsel gelişimini olumsuz etkileyen basın emekçilerine ithaf edilmiştir.

4 Ekim 2009 Pazar

s.çılmış şiirler-1

0 eyyorlama
aaah müjgan
son mesajında ille de çocuk isterim demişsin.
ihtimal ki, annen-baban sıkıştırmış seni
belki amcan-halan
belli ki çok pis gaza gelmişsin..

ben senin çocuğun olurum müjgan
altıma sıçarım günde dört defa
tükürükler saçarım.
agu magu diye saçmalarım yeri gelir
yeri gelir, eşin dostun suratını tırmalarım!

yavrum, gel vazgeç bu sevdadan
bebek de bebek diye başımın etini yeme
bak söz, en bi has bebek olurum sana
-bu kısmı yanlış anlama- gerekirse emerim seni.

gaza gelme güzelim,
ne sen 9 ay karnında taşıyabilirsin bi veledi,
ne ben yirmi yıl sırtımda...

anan çok istiyorsa, o doğursun!
son sözüm budur.

1 Ekim 2009 Perşembe

yuvarlanmak...

2 eyyorlama
canım bugün sadece komikli video göstermek istedi. eğer çok sinirimi bozarsanız, sitede bol güllü aşk fotolarından oluşan slaytların hareketli fotosunun canlı halini yükler, onların üzerine comic sans fontuyla yazılmış aşk şiirlerini koyarım. bunu gerçekten yaparım.


edit: bunu izlerken lise günlerim aklıma geldi. şimdi düşünüyorum da, lise bahçesinde sınıfın bütün erkekleri olarak böyle gözüktüğümüze eminim. en azından ilk yarım dakikası için. zaten erkeklerce lisede en nefret edilen şey, "gruplaşma"dır. bu kelime, yıllar sonra en nefret ettiğim kelime olmuştur.

sedatlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
teneffüste bin ergen bir hayli sinirliydik.

29 Eylül 2009 Salı

Ben seni...

0 eyyorlama
Görece az gidilen yazlıkların, yazlık asfalt adı altında yapılmış mıcır yollarının tozunda aradım ben seni. Hayın karanlıktı gece, minigun mermisi gibi boşalıyordu taşlar üstüme, camım kırıldı, farım söndü, yılmadım, yıkılmadım aradım ben seni...

Yolun gidiş istikametine paralel konulan tabelaların yitikliğinde bulurum sandım ben seni, okunması kolay olsun diye tam karşıma konması gereken tabelaların inadına düştüm peşine. Çıkmaz yolların ıssızlığından yılmadım, kaybolmama aldırmadım, hep aradım ben seni...

Yolumdan savrulmamak, izinden ayrılmamak için yavaş girdiğim, virajın dönüş yönünün tersine yapılmış eğimlerde de yoktun, herhangi bir ibare olmaksızın aniden başlayan yol inşaatlarının hoyratlığında da! Dipsiz çukurlarda, kör karanlıklarda yılmaksızın aramaya devam ettim ben seni...

Kimi kontrolsüz, kimi kaçak taşıma yapan tankerlerin yola istem dışı saçtığı kaygan mayide fırıldak gibi dönerken tutmak istedim martı gibi çırpınan ellerini, heyhat karşıdan geleni görmenin mümkün olmadığı virajlara sollamaya müsait diye çizilmiş çizgilerde bile bulamadım ben seni...

Divane olmuş şoförlerin, hız tutkunlarının esaretinde, gitmeye çalıştığım yoldan çıkmaya zorlanırken, hatalı sollama yapıyor olmasına rağmen üstüme gelen araçların selektör ışıklarında, can havliyle bastığım fren pedalının asfalta bıraktığı yanık kokulu karanlıklarda durmaksızın aradım ben seni...

Araç kullanmak için belli bir melekeye ve paraya sahip olmanın yettiğini, bilinçlenmenin çok da gerekli olmadığını düşünen, paraya kutsal varlıkmış gibi tapınan içi boş beyinlerde bile haykırdım adını, kendi sesimin aksini duydum da yine aramaktan vazgeçmedim ben seni...

Bir bayram daha sensiz kaldım, bir bayram daha buruk yokluğunda, bitap düştüm, naçar kaldım ama son hatırladığım rakama göre 98 kişi buldu seni Azrailim. Nice nice bayramlara Türkiye!

28 Eylül 2009 Pazartesi

ya da neyse kalsın öyle

0 eyyorlama
biraz da kırgınlık barındırıyor gibi bu cümle. bi sadri alışık kırgınlığı. 'zaten olan olmuş paşam, ne gereği var' gibi. ülke tv'deki meksika sınırı programındaki üç eleman gibi, güzel bi cümleyle darmadağın olan bi tip olsam, bu dört kelime epeyce hırpalardı ederdi beni. içimdeki küçük haşmet babaoğlu'nu salardım ortalara.

neresinden baksan hüzün fışkırıyor be yaa! al bunu, berber koltuğunda oturmuş ve daha ilk makas darbesiyle pişmanlıklara koşmuş adamın dudaklarına bırakıver usulca (içimdeki tuna kiremitçi). cuk oturur. 'lan hamına koydun zaten saçın, bırak kalsın öyle' der gibi. sabah kahvaltımı sağlam tutsaydım da bi parça enerjim olsaydı, ağız burun bırakmaz itler gibi döverdim seni ey berber kalfası, demenin kısa yolu gibi.

- hacı, tenerife maçına üst versek asl.. ya da neyse kalsın öyle.

repliğin başında ne kadar umut yüklü hemi? tenerife maçına üst verseler yarın akşamın balık parası çıkacakmış gibi. ama nasıl olsa tutmaz, kalsın öyle.

27 Eylül 2009 Pazar

ümit besen'i seviyorum

0 eyyorlama
ümit besen 11-a sınıfınındaki utangaç ama tatlı çocukmuş da ben de 11-c sınıfındaki zerrece utanması olmayan ama gideri olan -kıtlıkta düşse yenir cinsten- kızmışım gibi oldu. başlıktaki cümleyi de okul yolunda serviste, arkadaşlarıma itiraf etmişim gibi oldu. öyle değil, sanatını seviyorum ben onun.

bu arada, okul yolu demişken şu mısralkara kulak değdirmeden geçemeyiz değil mi:

mutluluklar benden sana
başkasının olsan da
hayalinle yürürüm
evimizin yolunda

diii didid diriririririiid, diii diiidid diririirririiin (mesnetsiz klavye sesi)

lise sonu-üniversite başı gibi, karalar bağlayıp kendimi norveç'in soğuk ve fakat bir o kadar ısıtıcı metal diyarlarına saldığım zamanlarda bile yanımdaydı ümit abi. gizlice taşıdım onu. zira, yine benim gibi karalar bağlamış, götü boyuyla son derece orantısız kız arkadaşlar dalga geçer, beni dışlar diye korktum.

üniversite sonu gibi, içimdeki boynuma bi atkı dolayıp ortamlara koşma dürtüsüne karşı koymakta zorlandığım, 'aabi esas müzik caz imiş yaa, brutal vokallere haybeye sktirmişiz kulak zarımızı onca sene' diye aydınlandığım dönemde de yanımdaydı ümit bey. ben onu kerem görsev'in piyanosunun tuşları arasına sıkıştırıp saklardım da, kimse anlamazdı.

ümit besen deyince hemen 'ay lavyu ay lav yuuu' diye kişiliksiz hint dansı karışımı gerdan kırmalarla dalga geçmeye yeltenen adamları da bi dakka durmam, silerim hayatımdan. sığır derim! pis derim!

şu hayatta her şeyi sorgularım aga. lakin, bu adamı niye seviyorum diye sorgulamak gelmedi aklıma hiç. taa ki, benjcev ekose pantolonu ve yuvarlak camlı gözlüğüyle (ben öyle hayal ettim) 'aaabi bu nasıl bi distopyadır yaa, nasıl bi adamsın sen yaaa, bu adamı nasıl seversin yaaaa' diye, üniversiteyi bitirip döndüğü mahallesinde, okumaya imkan bulamamış ve fırında çalışmaya başlamış çocukluk arkadaşını küçümser gibi laflar ettiğinde sorguladım kendimi. neden seviyorum?

nedeni hiç mühim değil. seviyorum. lakin, yarın öbür gün, önce can sıkıntısından birbirinin kulak memesini dilleyecek kıvama gelmiş cihangir tayfası ve ardından 'ulan bu cihangir tayfası birini işaret ederse üzerine atlayıp bokunu çıkarmadan duramam ben, uykularım kaçar, daralırım' diyen birtakım medya mensupları 'yaa, ümit besen süper yaaa. piyano çalışı rahmaninov gibi, sözleri leonard cohen'le atbaşı gider bence' deyip sınırımı ihlal eder ve onu sahiplenmeye kalkışırsa, aha o zaman sevgim kırgınlığa dönüşür. soğurum gibime geliyor. aynen müslüm gürses gibi.

26 Eylül 2009 Cumartesi

ottübüs prime: tesbihte hata

0 eyyorlama
geçen bölümlerde, aynalı tahir ölmüş, dizi yaklaşık 5 bölüm kadar diziye ismini veren aynalı tahir'siz çekilmişti. sonra, türk dizi tarhindeki en muhteşem geri dönüşlerden biri yapıldı ve aynalı tahir dünyaya tekrar gönderildi. erkekliğin kitabında da yazıyordu, "de ki (onlara): aynalı tahir dünyaya ikinci defa gönderildiğinde, zalimler sofrası dağıtılacaktır." fakat gelen aynalı tahir, bu sefer alişan değildi. başka biriydi. uzaylı zekiye ve nörü gantar'dan sonra, üçüncü bilim kurgu dizimiz de böylelikle çekiliyordu. neyse, biz kendi dizimize dönelim.

(jenerikte tuğba özay'ı tüm türkiye'ye "beni ünlü yaptığınıza pişman olacaksınız" derken görüyoruz)

yaşlı kadın ile konuşmak için 15 dakikası vardı. kadın adem'in annesi olduğunu iddia ediyordu. kadın, başörütüsünü ve gözlüğünü çıkardı. bu haliyle gençliği pek ala hayal edilebiliyordu.

"yıllaaar önceydi, kocam kemal ile bayram tatilinde yamaç paraşütü yapmak için fethiye'ye gitmiştik. adem'i de komşulara bıraktık". o anda lafa girip "hacı abla, aile misiniz pet-shop musunuz belli değilmiş argadaş. lan bu adem, kedi mi ki komşulara bırakılsın" diyecekti ki vazgeçti.

yaşlı kadın devam etti. "o gün hava hiç olmadığı kadar durgun, deniz ise çarşaf gibiydi. paraşütlerimizle yamaçtan aşağıya kendmizi bıraktık. ilk başlarda sorunsuz gidiyordu. aşağıda ölü deniz'i sanki bir ekran koruyucuymuşçasına izliyorduk. daha sonra, arkamızdan müthiş bir rüzgar çıktı. kemal kendi ekseni etrafında deli gibi dönmeye başladı, ben ise rüzgarla birlikte kıyıdan uzaklaşıyordum. kıyı görünmez olduğunda hala havada seyir halindeydim. bayılmışım. uyandığımda, daha sonra kahire olduğunu öğrendiğim bir şehirde, yüzüm gözüm toz içinde bir hastanede buldum kendimi. 3 gün yoğun bakımda yattıktan sonra, mültecilik bürosunda 2 gün gözaltında tutuldum. anlattığım hikayeye kimse inanmıyordu. açıkçası ben de inanamıyordum ama gerçekten böyle olduğunu düşünüyordum. 2 ay tutuklu kaldıktan sonra, sınırdışı edildim. nereye gideceğimi bilmiyordum. çölde yürümeye başladım. akşam oluyor, sıcaklık değişimini saniyler içinde hissedbiliyordum. donarak öleceğimi düşünürken, bir otobüs gördüm. buradan sonra daha da ilginçelişiyor hikaye".

yaşlı kadın ve kendisi için iki tane çay söyledi. daha 10 dakikası vardı. kadın devam etti: "otobüsün içine girdim. terkedileli çok uzun zaman olmadığı belliydi. arka beşliye uzandım. tam uyumaya başlamıştım ki, bir ses duydum. belli belirsiz 'kaptan müsaityer' diyordu. sesi izlemeye koyuldum fakat ses otobüs içinde her yerden yankılanıyordu sanki. ses daha sonra bir hikaye anlatmaya başladı. sanki otobüs benle konuşuyordu. ikarus'lar ile magirus'ların yıllardır süren savaşından bahsetti. kendisi bir ikarus'muş ve 'kaptan müsaityer' dediği kişi de bunun kaptanıymış ve alçak bir magirus saldırısında yaralanmış. daha sonra da malülen emekli olmuş. daha sonra troleybüs'lerin şehre gelmesiyle, ateşkes ilan edilmiş. troleybüsler, çok daha güçlü oldukları için ne ikaruslar ne de magiruslar bunlarla savaşmaya yeltenmiyormuş. hem kaptan müsatiyer'in yokluğu hem de troleybüslerin iktidarı, bunları göç etmeye zorlamış. en sonunda da kendini tanıttı o böğürtülü sesiyle. o çığlık hala dün gibi aklımda:

beeeen ikarus'ların lideri ottübüs prime. 'kaptan müsaityer' için savaşmaya hazırım"

23 Eylül 2009 Çarşamba

ottübüs prime: iyiler, kötüler ve ortalar

0 eyyorlama
geçen bölümde, mahallenin muhtarları dizisinde erkan can "bu saçma dizide oynuyoruz ama yarın bir gün ünlü olursam, ikizim serkan can'dı o derim. s.k kadar bütçeli diziye maymun çıkarmışlar bir de. yevmiyem fındığa fıstığa gidiyor yeminle. sezon bitsin hele. ondan sonra bakalık. du bi' bakalık" tavrını sürdürmüştü. hakikaten de dediği gibi usta bir oyuncu olmuş, ama "erkan can mı? o kim yeaa?" soruları hep "mahallenin muhtarları dizisinde oynayan kıvırcık laz vardı ya" şeklinde cevaplandırıldığı için hak ettiği değeri hiç bir zaman alamamıştı. o hep "mahallenin muhtarları dizisindeki kıvırcık laz"dı artık. neyse, biz kendi dizimize devam edelim. geçen bölümde bir takım şeyler olmuştu. araya bayram tatili girdiği için savsakladık özeti. evet.
(erkan can: "bıyıkların takma olmasından anlamalıydım skko bir dizi olduğunu. peki ya şu hatundaki oduncu gömleği. sene hala 96 galiba.")

adem'i bulmak için gittiği sanayideki dükkan kısır bir döngüye girdikten sonra, arabanın altından çıkan ikinci ve son şahıs, ona adem diye birini tanımadığını, fakat dün akşam saatlerinde garip görünüşlü birinin, takım elbiseli bir takım kişiler tarafından eski model şahin marka kırmızı bir arabadan apar topar indirilip yola savrulduğunu, sanayi esnafının da tasasız insanlar oluşu nedeniyle bu olayla hiç ilginlenmediğini anlatmıştı.

olayın iyice ilginçleştiğini düşündü. kim doğru söylüyordu? hangisi gerçekten orhan usta'ydı? orhan usta diye biri var mıydı? yoksa birileri ona, şu hayatta elde edinilen bilgilerin gelip geçici olduğunu,; zamana, mekana ve bir çok farklı parametreye göre doğruluğunun derecelendirilebilir olduğunu mu anlatmaya çalışıyordu? "oha lan, olmaz öyle şeyler" dese de kendi kendine, bir çizgi filmde görmüştü. bir tarafta iyiler yani scooby doo'lar, diğer tarafta da gerçek kötüler varken bir de orta taraf ayı yogiler vardı. ve yine aynı çizgi filmde görmüştü, bazen gerçek kötülerin kazanması, yurt genelinde, dış temsilciliklerde ve yavru vatan kıbrıs'ta küçük çaplı sevinçler yaratabiliyordu. ama sevinmeyi bilmiyorduk. havaya ateş açan şehir magandaları da oluyordu.

kafası iyice karışmıştı. fakat gündelik işleri de onu bekliyordu. dükkandan teşekkür edip çıktı, veya öyle hatırlıyordu. uzaklaştığında, arkasında garip bir şeylerin döndüğünü hissetmiş ama arkasına dönüp bakmamıştı. bu çılgınlık derecesindeki anormallik onu korkutmuştu. en sonunda, büfenin oradaki otobüsünü çalıştırdı. ilk seferde çalışmıştı. gözle görülür bir performans artışı hissediliyordu. büfeciye bir korna çaldı, büfeci ellerini çıkarıp "eyvallah" manasında kaldırdı. büfecinin elleri, motor yağı olmuştu. üstelemedi, artık bu manyakçasına yerden kurtulmak istiyordu.

hemen ilk durağa gitti. yolcular 15 dk. gecikme yaşandığı için kızgındı. ilk binen 25 yaşlarında gözlüklü bir gençti. gerçek bir beyefendiydi. bu benden başkası değildi. kendimi de, bu yazı dizisinin bir yerlerine sıkıştırmak istedim. "bir öğrenci" dedi genç adam. "paso" diye karşılık verdi. genç adam, bu hamleye karşılık "evde unuttum" hamlesini yapmıştı. "pasosuz olmaz. ben nerden bilem senin öğrenci olduğunu" ile şah çekti. genç adam ise, "öğrenci kartım" var diyerek son hamlesini oynadı. "skerim, benim de var öğrenci kartım" diyerek mat etti genç adamı. genç adam, söylene söylene gitti, şahı kendi devirme karizmasıyla.

yolcular arasında yaşlı bir kadın dikkatini çekiyordu. dikiz aynasından ne zaman baksa, kadınla göz göze geliyorlardı. son durağa kadar inmedi yaşlı kadın. başörtülü, gri mantolu, gözlüklü hali ile her kim nerede olursa olsun "bağ-kur'dan emekli bu kadın" diyebileceği bir tipteydi. fransa'da bile olsa, "lé baeurr cour"dan emekli olurdu. o derece.

bütün yolcular indikten sonra, yaşlı kadın topallaya topallaya yanına kadar geldi. "bir hikayem var, ama ilk önce benim 20'liğin üstünü ateşle bakalım evlat" dedi. paranın üstünü verdi. yaşlı kadın bir sigara yaktı ve iki-üç nefes çektikten sonra "adem... benim oğlumdu" dedi.

17 Eylül 2009 Perşembe

ottübüs prime: çılgın yedek parça ve oto sanayi

0 eyyorlama
geçmiş bölümde, halil ergün mesleği olan "kalp krizi geçirme veya spazmın eşiğinden dönme"yi başarıyla yerine getirmiş, türk dizi tarihindeki ferhundelerden ikincisi (birincisi, "ferhunde hanımlar" dizisine ismini veren ve selefine hiç de benzemeyen mazlum bir kadındı. bir de ismet diye bir kadın vardı bu dizide. isminin ismet olması yeteri kadar ilginç kılıyordu diziyi) türk halkını çileden çıkarmıştır. biz yine kendi dizimize dönelim. muavin adem kaybolmuş ve kahramınımız otobüste esrarengiz bir not bulmuştu.
(halil ergün:"bıraaahın, insan gibi kalp krizi geçirtmediniz adama. bıraahın laaayn" / genç adam: "valla ölürüm de bırakmam. hehe. inceyi gördün? şiş?")

nottaki el yazısı, gayet düzenliydi ve adem'in el yazısına benzemiyordu. ayrıca orhan usta kimdi, neciydi bilmiyordu. tek bildiği oraya gidip adem'i bulması gerektiğiydi. bir filmde görmüştü, kilit kelimelerdeki şifrelerden başka bilgilere ulaşılabiliyordu. bunu denedi. kilit kelimeleri çıkardı: "buji, orhan ve sanayi". bu kelimeler onu "bursa-orhangazi" bilgisine ulaştırdı. anlamsızdı ve anlayacağınız bi' boka yaramamıştı. zaten filmi de ortasından izlemeye başlamış, filmdeki iyi ve kötüleri de ayrıt edemeyince televizyonu kapatmıştı.

sanayiye vardığında, aklı karmakarışıktı. orhan usta'nın yerini sormak için otobüsü girişteki büfenin yanına çekti. büfeleri hep ilginç bulmuştu. sanki oralarda sadece ellerden ibaret varklıklar çalışıyordu. bir büfecinin elleri, dünyada en çok görülen ellerden biriydi. ve herhangi bir büfeci elinden, o kişinin karekterini tahlil edebilirdi. büfenin önüne yaklaştı ve orhan usta'yı sordu. büfecinin eli belirdi tezgahın üstünde. bir kelime dahi konuşmadan, işaret parmağıyla ilk önce sol tarafı gösterdi, sonra da baş parmağıyla sağ tarafı. daha sonra sadece orta parmağını kaldırdı ve en sonunda çay karıştırma işareti yaptı. bu demek oluyordu ki, orhan usta'ya ulaşmak için ilk soldan dönüp, sonra sağa girmeli, camiyi sırtına verip, yuvarlaktan sokağa girmeliydi. otobüsü tekrar çalıştırması zor olacağı için, yürüyerek yola devam etti.

büfecinin pandomimlediği adrese gitti. dükkanın üzerinde "çılgın yedek parça ve oto sanayi" yazıyordu. kapıda garip görünüşlü bir çırak duruyordu. orhan usta'yı sordu. çırak, "bir dakika bekleyin" diyerek içeri doğru yavaş yavaş yürüdü. ilerideki arabanın altından iki çift ayak çıkıyordu. çırak arabanın altına doğru eğildi ve birden bağırmaya başladı. çığlıklar atıyor, deliler gibi oradan oraya koşturuyordu. arabanın altındaki bir çift ayak hareket etti. sanki bir geminin ufuktan belirmesi gibi, ilk önce bacakları, sonra gövdesi ve son olarak da adamın tamamı arabanın dışında belirdi. orhan usta bu olmalı diye içinden geçirdi. ama diğer ayağın sahibi hala arabanın altında yatıyordu. adam, çırağın ensesine vurdu ve "skerim baarma lan" dedi. çırak bu sefer gülmeye başladı. sonra adam, çırağa tekme atıp "gelme lan bir daha bu dükkana. müşterileri korkutuyorsun" diyerek kovdu.

usta, yanına geldi ve "kusura bakmayın, buranın delisi de. küçükken arkadaşı incir ağacından düşmüş, sonra da bu hale gelmiş. tahmin edeceğiniz gibi bunun üzerine düşmüş. neyse ben orhan usta.. size nasıl yardımcı olabilirim?" diyerek kendini tanıttı. o, durumu anlattı ve adem'in burada olabileceğini düşündüğünü söyledi. orhan usta, arabaya doğru yürüdü , altına doğru eğildi ve birden bağırmaya başladı. çığlıklar atıyor, deliler gibi oradan oraya koşturuyordu. arabanın altındaki diğer çift ayak hareket etti. sanki bir geminin ufuktan belirmesi gibi, ilk önce bacakları, sonra gövdesi ve son olarak da adamın tamamı arabanın dışında belirdi. gerçek orhan usta bu olmalı diye içinden geçirdi. adam, fake orhan usta'nın ensesine vurdu ve "skerim baarma lan" dedi. fake orhan usta bu sefer gülmeye başladı. sonra adam, fake orhan usta'ya tekme atıp "gelme lan bir daha bu dükkana. müşterileri korkutuyorsun" diyerek kovdu.

dükkan da hayatı gibi kısır bir döngüye girmişti. kimdi deli olan? yoksa gördükleri bir hayal miydi? adem neredeydi?

16 Eylül 2009 Çarşamba

ottübüs prime: adem'in yok oluşu

1 eyyorlama
geçmiş bölümde, behlül bihter'i bahçede kıstırmış, bu sırada birden ortaya çıkan victor newman "yalan rüzgarı bitmedi lan, hbb'de hafta içi her gün 18:30-20:00 arasında" diyerek bambaşka bir noktaya parmak basmıştı. victor newman bıyıklı ve bir o kadar da şehvetliydi, cenova siti'de elinden geçirmediği kadın kalmamıştı. nikiler, eşliler, efendime söylim cristiler... günahı boynuna, gerçek hayatta belki de iktidarsızdı, tesisat vardı da ceryan yoktu kim bilir. bunun acısını da dizide çıkarıyor olabilirdi. asla sahip olamayacağımız tipe, karizmaya, tekneye; diziler sayesinde sahip olmuyor muyduk? varsın, victor da sevişiversin. varsın, newman dayı da seks eyleyiversin, kime ne? neyse efendim, biz kendi dizimize bakalım. o sabah uyanmış ve işe gitmek için evden çıkmıştı...
(victor:"n'aptın?" john:"n'apem. sen n'aptın?" victor:"n'apem.")

üzerine zimmetli olan 92 model halk otobüsüne doğru yaklaştı. orta kapının altındaki küçük kapağı açtı, düğmesine bastı, kapağını kapattı ve orta kapıdan girip, şoför mahaline doğru yürüdü. kendisi için önemsiz olan bu sahnenin bütün ayrıntıları ilk duraktan binecek sabırsız yolcular tarafından sınav öncesi muhtemel soruları çözen bir öğretmen dinlenir gibi izlendiğini bilmiyordu.

şoför koltuğuna oturdu. camı biraz araladı. artık bir refleks haline gelmiş olan kontrolünü yaptı:

"vites... boşta. el freni... çekili. aynalar... 1,2,3 ve 4, hepsi tamam. emniyet kemeri... yok. tesbih... elimde. mendil... ensemde. adem... adem nerde lan? adem yok."

adem, bu halk otobüsünün muaviniydi. şoförden eskiydi. yersiz, yurtsuz biriydi. sefil görünüşünün yanında felsefik ve bohem bir tarafı da vardı. bir şirkette halkla ilişikler müdürü olan annesi ve aynı şirkette ceo olan babası, adem 13 yaşındayken yamaç paraşütü yaparken ölmüş, "skerim tarla takkede karga mı kovalayacağım bu yaştan sonra" diyerek dayısının yannda yaşamayı reddetmişti. oysa ki, dayısı bir devlet memuruydu ve herhangi bir tarlası yoktu. olsun, o kendi yolunu kendi çizmek istemişti ve sırf bu yüzden ailesinden kalan mirası da reddetmişti. bu kararından sadece 2 saat sonra pişman olsa da, artık çok geçti. tekti, felaketti, patlamaya hazır bir mavzer gibiydi. ileride yusuf hayaloğlu'nun şiirlerinde yer alacak gibiydi. 15 yıl boyunca bir çok işte çalışmış, bir çok şehir dolaşmış ve askerden sonra komutanının yardımı sayesinde, mevzu bahis halk otobüsünde muavinlik yapmaya başlamıştı. geceleri sahilde şarap içip, sarhoş olduktan sonra otobüse gelir ve uyurdu. evi gibiydi otobüs. ayrıca eskiden "hareket amirliği" olarak kullanılan konteynırlardan birinde duşunu alıyor, traşını oluyordu.

ama bu sabah adem yoktu. seslendi: "adem, oğlum nerdesin lan?". hareket eski amirliğinin kapısını çaldı. çıt yoktu. çok sık olmasa da arada sırada sahilde sızıp kaldığını bildiği için, sahile doğru gitmek için kontağı çevirdi. araba yaşlı bir dede gibi öksürdü. ikinci defa denedi, olmadı. üç... yok. "yokuş aşağı vurdurmak lazım" dedi içinden. sonra da, yoldan 10 kişiyi çevirmesi zor olmadı çünkü bu ülkenin insanları, garip bir şekilde yokuş aşağı araba vurdurmaktan haz alıyordu. 10 kişilik güruh, otobüsü iktirmeye başladılar. işte o zaman, kurtuluş savaşı'nda havan topunu tek başına kaldıran insanlara, daha bi' inandı. otobüs çalıştı, camdan elini çıkardı, diğer eliyle de kornaya basarak teşekkür etti. 10 kişilk güruh, bir iş başarmanın saadetiyle mutlu oldu.

ama onun adem'i bulması gerekiyordu. sahile gitti. aradı, fakat yoktu. o sırada, camdan içeri giren rüzgara kapılmış ufak bir not gördü:

"bujiler yanmış. sanayide orhan usta'nın tamirhanesinde buluşalım. adem."