29 Eylül 2009 Salı

Ben seni...

0 eyyorlama
Görece az gidilen yazlıkların, yazlık asfalt adı altında yapılmış mıcır yollarının tozunda aradım ben seni. Hayın karanlıktı gece, minigun mermisi gibi boşalıyordu taşlar üstüme, camım kırıldı, farım söndü, yılmadım, yıkılmadım aradım ben seni...

Yolun gidiş istikametine paralel konulan tabelaların yitikliğinde bulurum sandım ben seni, okunması kolay olsun diye tam karşıma konması gereken tabelaların inadına düştüm peşine. Çıkmaz yolların ıssızlığından yılmadım, kaybolmama aldırmadım, hep aradım ben seni...

Yolumdan savrulmamak, izinden ayrılmamak için yavaş girdiğim, virajın dönüş yönünün tersine yapılmış eğimlerde de yoktun, herhangi bir ibare olmaksızın aniden başlayan yol inşaatlarının hoyratlığında da! Dipsiz çukurlarda, kör karanlıklarda yılmaksızın aramaya devam ettim ben seni...

Kimi kontrolsüz, kimi kaçak taşıma yapan tankerlerin yola istem dışı saçtığı kaygan mayide fırıldak gibi dönerken tutmak istedim martı gibi çırpınan ellerini, heyhat karşıdan geleni görmenin mümkün olmadığı virajlara sollamaya müsait diye çizilmiş çizgilerde bile bulamadım ben seni...

Divane olmuş şoförlerin, hız tutkunlarının esaretinde, gitmeye çalıştığım yoldan çıkmaya zorlanırken, hatalı sollama yapıyor olmasına rağmen üstüme gelen araçların selektör ışıklarında, can havliyle bastığım fren pedalının asfalta bıraktığı yanık kokulu karanlıklarda durmaksızın aradım ben seni...

Araç kullanmak için belli bir melekeye ve paraya sahip olmanın yettiğini, bilinçlenmenin çok da gerekli olmadığını düşünen, paraya kutsal varlıkmış gibi tapınan içi boş beyinlerde bile haykırdım adını, kendi sesimin aksini duydum da yine aramaktan vazgeçmedim ben seni...

Bir bayram daha sensiz kaldım, bir bayram daha buruk yokluğunda, bitap düştüm, naçar kaldım ama son hatırladığım rakama göre 98 kişi buldu seni Azrailim. Nice nice bayramlara Türkiye!

28 Eylül 2009 Pazartesi

ya da neyse kalsın öyle

0 eyyorlama
biraz da kırgınlık barındırıyor gibi bu cümle. bi sadri alışık kırgınlığı. 'zaten olan olmuş paşam, ne gereği var' gibi. ülke tv'deki meksika sınırı programındaki üç eleman gibi, güzel bi cümleyle darmadağın olan bi tip olsam, bu dört kelime epeyce hırpalardı ederdi beni. içimdeki küçük haşmet babaoğlu'nu salardım ortalara.

neresinden baksan hüzün fışkırıyor be yaa! al bunu, berber koltuğunda oturmuş ve daha ilk makas darbesiyle pişmanlıklara koşmuş adamın dudaklarına bırakıver usulca (içimdeki tuna kiremitçi). cuk oturur. 'lan hamına koydun zaten saçın, bırak kalsın öyle' der gibi. sabah kahvaltımı sağlam tutsaydım da bi parça enerjim olsaydı, ağız burun bırakmaz itler gibi döverdim seni ey berber kalfası, demenin kısa yolu gibi.

- hacı, tenerife maçına üst versek asl.. ya da neyse kalsın öyle.

repliğin başında ne kadar umut yüklü hemi? tenerife maçına üst verseler yarın akşamın balık parası çıkacakmış gibi. ama nasıl olsa tutmaz, kalsın öyle.

27 Eylül 2009 Pazar

ümit besen'i seviyorum

0 eyyorlama
ümit besen 11-a sınıfınındaki utangaç ama tatlı çocukmuş da ben de 11-c sınıfındaki zerrece utanması olmayan ama gideri olan -kıtlıkta düşse yenir cinsten- kızmışım gibi oldu. başlıktaki cümleyi de okul yolunda serviste, arkadaşlarıma itiraf etmişim gibi oldu. öyle değil, sanatını seviyorum ben onun.

bu arada, okul yolu demişken şu mısralkara kulak değdirmeden geçemeyiz değil mi:

mutluluklar benden sana
başkasının olsan da
hayalinle yürürüm
evimizin yolunda

diii didid diriririririiid, diii diiidid diririirririiin (mesnetsiz klavye sesi)

lise sonu-üniversite başı gibi, karalar bağlayıp kendimi norveç'in soğuk ve fakat bir o kadar ısıtıcı metal diyarlarına saldığım zamanlarda bile yanımdaydı ümit abi. gizlice taşıdım onu. zira, yine benim gibi karalar bağlamış, götü boyuyla son derece orantısız kız arkadaşlar dalga geçer, beni dışlar diye korktum.

üniversite sonu gibi, içimdeki boynuma bi atkı dolayıp ortamlara koşma dürtüsüne karşı koymakta zorlandığım, 'aabi esas müzik caz imiş yaa, brutal vokallere haybeye sktirmişiz kulak zarımızı onca sene' diye aydınlandığım dönemde de yanımdaydı ümit bey. ben onu kerem görsev'in piyanosunun tuşları arasına sıkıştırıp saklardım da, kimse anlamazdı.

ümit besen deyince hemen 'ay lavyu ay lav yuuu' diye kişiliksiz hint dansı karışımı gerdan kırmalarla dalga geçmeye yeltenen adamları da bi dakka durmam, silerim hayatımdan. sığır derim! pis derim!

şu hayatta her şeyi sorgularım aga. lakin, bu adamı niye seviyorum diye sorgulamak gelmedi aklıma hiç. taa ki, benjcev ekose pantolonu ve yuvarlak camlı gözlüğüyle (ben öyle hayal ettim) 'aaabi bu nasıl bi distopyadır yaa, nasıl bi adamsın sen yaaa, bu adamı nasıl seversin yaaaa' diye, üniversiteyi bitirip döndüğü mahallesinde, okumaya imkan bulamamış ve fırında çalışmaya başlamış çocukluk arkadaşını küçümser gibi laflar ettiğinde sorguladım kendimi. neden seviyorum?

nedeni hiç mühim değil. seviyorum. lakin, yarın öbür gün, önce can sıkıntısından birbirinin kulak memesini dilleyecek kıvama gelmiş cihangir tayfası ve ardından 'ulan bu cihangir tayfası birini işaret ederse üzerine atlayıp bokunu çıkarmadan duramam ben, uykularım kaçar, daralırım' diyen birtakım medya mensupları 'yaa, ümit besen süper yaaa. piyano çalışı rahmaninov gibi, sözleri leonard cohen'le atbaşı gider bence' deyip sınırımı ihlal eder ve onu sahiplenmeye kalkışırsa, aha o zaman sevgim kırgınlığa dönüşür. soğurum gibime geliyor. aynen müslüm gürses gibi.

26 Eylül 2009 Cumartesi

ottübüs prime: tesbihte hata

0 eyyorlama
geçen bölümlerde, aynalı tahir ölmüş, dizi yaklaşık 5 bölüm kadar diziye ismini veren aynalı tahir'siz çekilmişti. sonra, türk dizi tarhindeki en muhteşem geri dönüşlerden biri yapıldı ve aynalı tahir dünyaya tekrar gönderildi. erkekliğin kitabında da yazıyordu, "de ki (onlara): aynalı tahir dünyaya ikinci defa gönderildiğinde, zalimler sofrası dağıtılacaktır." fakat gelen aynalı tahir, bu sefer alişan değildi. başka biriydi. uzaylı zekiye ve nörü gantar'dan sonra, üçüncü bilim kurgu dizimiz de böylelikle çekiliyordu. neyse, biz kendi dizimize dönelim.

(jenerikte tuğba özay'ı tüm türkiye'ye "beni ünlü yaptığınıza pişman olacaksınız" derken görüyoruz)

yaşlı kadın ile konuşmak için 15 dakikası vardı. kadın adem'in annesi olduğunu iddia ediyordu. kadın, başörütüsünü ve gözlüğünü çıkardı. bu haliyle gençliği pek ala hayal edilebiliyordu.

"yıllaaar önceydi, kocam kemal ile bayram tatilinde yamaç paraşütü yapmak için fethiye'ye gitmiştik. adem'i de komşulara bıraktık". o anda lafa girip "hacı abla, aile misiniz pet-shop musunuz belli değilmiş argadaş. lan bu adem, kedi mi ki komşulara bırakılsın" diyecekti ki vazgeçti.

yaşlı kadın devam etti. "o gün hava hiç olmadığı kadar durgun, deniz ise çarşaf gibiydi. paraşütlerimizle yamaçtan aşağıya kendmizi bıraktık. ilk başlarda sorunsuz gidiyordu. aşağıda ölü deniz'i sanki bir ekran koruyucuymuşçasına izliyorduk. daha sonra, arkamızdan müthiş bir rüzgar çıktı. kemal kendi ekseni etrafında deli gibi dönmeye başladı, ben ise rüzgarla birlikte kıyıdan uzaklaşıyordum. kıyı görünmez olduğunda hala havada seyir halindeydim. bayılmışım. uyandığımda, daha sonra kahire olduğunu öğrendiğim bir şehirde, yüzüm gözüm toz içinde bir hastanede buldum kendimi. 3 gün yoğun bakımda yattıktan sonra, mültecilik bürosunda 2 gün gözaltında tutuldum. anlattığım hikayeye kimse inanmıyordu. açıkçası ben de inanamıyordum ama gerçekten böyle olduğunu düşünüyordum. 2 ay tutuklu kaldıktan sonra, sınırdışı edildim. nereye gideceğimi bilmiyordum. çölde yürümeye başladım. akşam oluyor, sıcaklık değişimini saniyler içinde hissedbiliyordum. donarak öleceğimi düşünürken, bir otobüs gördüm. buradan sonra daha da ilginçelişiyor hikaye".

yaşlı kadın ve kendisi için iki tane çay söyledi. daha 10 dakikası vardı. kadın devam etti: "otobüsün içine girdim. terkedileli çok uzun zaman olmadığı belliydi. arka beşliye uzandım. tam uyumaya başlamıştım ki, bir ses duydum. belli belirsiz 'kaptan müsaityer' diyordu. sesi izlemeye koyuldum fakat ses otobüs içinde her yerden yankılanıyordu sanki. ses daha sonra bir hikaye anlatmaya başladı. sanki otobüs benle konuşuyordu. ikarus'lar ile magirus'ların yıllardır süren savaşından bahsetti. kendisi bir ikarus'muş ve 'kaptan müsaityer' dediği kişi de bunun kaptanıymış ve alçak bir magirus saldırısında yaralanmış. daha sonra da malülen emekli olmuş. daha sonra troleybüs'lerin şehre gelmesiyle, ateşkes ilan edilmiş. troleybüsler, çok daha güçlü oldukları için ne ikaruslar ne de magiruslar bunlarla savaşmaya yeltenmiyormuş. hem kaptan müsatiyer'in yokluğu hem de troleybüslerin iktidarı, bunları göç etmeye zorlamış. en sonunda da kendini tanıttı o böğürtülü sesiyle. o çığlık hala dün gibi aklımda:

beeeen ikarus'ların lideri ottübüs prime. 'kaptan müsaityer' için savaşmaya hazırım"

23 Eylül 2009 Çarşamba

ottübüs prime: iyiler, kötüler ve ortalar

0 eyyorlama
geçen bölümde, mahallenin muhtarları dizisinde erkan can "bu saçma dizide oynuyoruz ama yarın bir gün ünlü olursam, ikizim serkan can'dı o derim. s.k kadar bütçeli diziye maymun çıkarmışlar bir de. yevmiyem fındığa fıstığa gidiyor yeminle. sezon bitsin hele. ondan sonra bakalık. du bi' bakalık" tavrını sürdürmüştü. hakikaten de dediği gibi usta bir oyuncu olmuş, ama "erkan can mı? o kim yeaa?" soruları hep "mahallenin muhtarları dizisinde oynayan kıvırcık laz vardı ya" şeklinde cevaplandırıldığı için hak ettiği değeri hiç bir zaman alamamıştı. o hep "mahallenin muhtarları dizisindeki kıvırcık laz"dı artık. neyse, biz kendi dizimize devam edelim. geçen bölümde bir takım şeyler olmuştu. araya bayram tatili girdiği için savsakladık özeti. evet.
(erkan can: "bıyıkların takma olmasından anlamalıydım skko bir dizi olduğunu. peki ya şu hatundaki oduncu gömleği. sene hala 96 galiba.")

adem'i bulmak için gittiği sanayideki dükkan kısır bir döngüye girdikten sonra, arabanın altından çıkan ikinci ve son şahıs, ona adem diye birini tanımadığını, fakat dün akşam saatlerinde garip görünüşlü birinin, takım elbiseli bir takım kişiler tarafından eski model şahin marka kırmızı bir arabadan apar topar indirilip yola savrulduğunu, sanayi esnafının da tasasız insanlar oluşu nedeniyle bu olayla hiç ilginlenmediğini anlatmıştı.

olayın iyice ilginçleştiğini düşündü. kim doğru söylüyordu? hangisi gerçekten orhan usta'ydı? orhan usta diye biri var mıydı? yoksa birileri ona, şu hayatta elde edinilen bilgilerin gelip geçici olduğunu,; zamana, mekana ve bir çok farklı parametreye göre doğruluğunun derecelendirilebilir olduğunu mu anlatmaya çalışıyordu? "oha lan, olmaz öyle şeyler" dese de kendi kendine, bir çizgi filmde görmüştü. bir tarafta iyiler yani scooby doo'lar, diğer tarafta da gerçek kötüler varken bir de orta taraf ayı yogiler vardı. ve yine aynı çizgi filmde görmüştü, bazen gerçek kötülerin kazanması, yurt genelinde, dış temsilciliklerde ve yavru vatan kıbrıs'ta küçük çaplı sevinçler yaratabiliyordu. ama sevinmeyi bilmiyorduk. havaya ateş açan şehir magandaları da oluyordu.

kafası iyice karışmıştı. fakat gündelik işleri de onu bekliyordu. dükkandan teşekkür edip çıktı, veya öyle hatırlıyordu. uzaklaştığında, arkasında garip bir şeylerin döndüğünü hissetmiş ama arkasına dönüp bakmamıştı. bu çılgınlık derecesindeki anormallik onu korkutmuştu. en sonunda, büfenin oradaki otobüsünü çalıştırdı. ilk seferde çalışmıştı. gözle görülür bir performans artışı hissediliyordu. büfeciye bir korna çaldı, büfeci ellerini çıkarıp "eyvallah" manasında kaldırdı. büfecinin elleri, motor yağı olmuştu. üstelemedi, artık bu manyakçasına yerden kurtulmak istiyordu.

hemen ilk durağa gitti. yolcular 15 dk. gecikme yaşandığı için kızgındı. ilk binen 25 yaşlarında gözlüklü bir gençti. gerçek bir beyefendiydi. bu benden başkası değildi. kendimi de, bu yazı dizisinin bir yerlerine sıkıştırmak istedim. "bir öğrenci" dedi genç adam. "paso" diye karşılık verdi. genç adam, bu hamleye karşılık "evde unuttum" hamlesini yapmıştı. "pasosuz olmaz. ben nerden bilem senin öğrenci olduğunu" ile şah çekti. genç adam ise, "öğrenci kartım" var diyerek son hamlesini oynadı. "skerim, benim de var öğrenci kartım" diyerek mat etti genç adamı. genç adam, söylene söylene gitti, şahı kendi devirme karizmasıyla.

yolcular arasında yaşlı bir kadın dikkatini çekiyordu. dikiz aynasından ne zaman baksa, kadınla göz göze geliyorlardı. son durağa kadar inmedi yaşlı kadın. başörtülü, gri mantolu, gözlüklü hali ile her kim nerede olursa olsun "bağ-kur'dan emekli bu kadın" diyebileceği bir tipteydi. fransa'da bile olsa, "lé baeurr cour"dan emekli olurdu. o derece.

bütün yolcular indikten sonra, yaşlı kadın topallaya topallaya yanına kadar geldi. "bir hikayem var, ama ilk önce benim 20'liğin üstünü ateşle bakalım evlat" dedi. paranın üstünü verdi. yaşlı kadın bir sigara yaktı ve iki-üç nefes çektikten sonra "adem... benim oğlumdu" dedi.

17 Eylül 2009 Perşembe

ottübüs prime: çılgın yedek parça ve oto sanayi

0 eyyorlama
geçmiş bölümde, halil ergün mesleği olan "kalp krizi geçirme veya spazmın eşiğinden dönme"yi başarıyla yerine getirmiş, türk dizi tarihindeki ferhundelerden ikincisi (birincisi, "ferhunde hanımlar" dizisine ismini veren ve selefine hiç de benzemeyen mazlum bir kadındı. bir de ismet diye bir kadın vardı bu dizide. isminin ismet olması yeteri kadar ilginç kılıyordu diziyi) türk halkını çileden çıkarmıştır. biz yine kendi dizimize dönelim. muavin adem kaybolmuş ve kahramınımız otobüste esrarengiz bir not bulmuştu.
(halil ergün:"bıraaahın, insan gibi kalp krizi geçirtmediniz adama. bıraahın laaayn" / genç adam: "valla ölürüm de bırakmam. hehe. inceyi gördün? şiş?")

nottaki el yazısı, gayet düzenliydi ve adem'in el yazısına benzemiyordu. ayrıca orhan usta kimdi, neciydi bilmiyordu. tek bildiği oraya gidip adem'i bulması gerektiğiydi. bir filmde görmüştü, kilit kelimelerdeki şifrelerden başka bilgilere ulaşılabiliyordu. bunu denedi. kilit kelimeleri çıkardı: "buji, orhan ve sanayi". bu kelimeler onu "bursa-orhangazi" bilgisine ulaştırdı. anlamsızdı ve anlayacağınız bi' boka yaramamıştı. zaten filmi de ortasından izlemeye başlamış, filmdeki iyi ve kötüleri de ayrıt edemeyince televizyonu kapatmıştı.

sanayiye vardığında, aklı karmakarışıktı. orhan usta'nın yerini sormak için otobüsü girişteki büfenin yanına çekti. büfeleri hep ilginç bulmuştu. sanki oralarda sadece ellerden ibaret varklıklar çalışıyordu. bir büfecinin elleri, dünyada en çok görülen ellerden biriydi. ve herhangi bir büfeci elinden, o kişinin karekterini tahlil edebilirdi. büfenin önüne yaklaştı ve orhan usta'yı sordu. büfecinin eli belirdi tezgahın üstünde. bir kelime dahi konuşmadan, işaret parmağıyla ilk önce sol tarafı gösterdi, sonra da baş parmağıyla sağ tarafı. daha sonra sadece orta parmağını kaldırdı ve en sonunda çay karıştırma işareti yaptı. bu demek oluyordu ki, orhan usta'ya ulaşmak için ilk soldan dönüp, sonra sağa girmeli, camiyi sırtına verip, yuvarlaktan sokağa girmeliydi. otobüsü tekrar çalıştırması zor olacağı için, yürüyerek yola devam etti.

büfecinin pandomimlediği adrese gitti. dükkanın üzerinde "çılgın yedek parça ve oto sanayi" yazıyordu. kapıda garip görünüşlü bir çırak duruyordu. orhan usta'yı sordu. çırak, "bir dakika bekleyin" diyerek içeri doğru yavaş yavaş yürüdü. ilerideki arabanın altından iki çift ayak çıkıyordu. çırak arabanın altına doğru eğildi ve birden bağırmaya başladı. çığlıklar atıyor, deliler gibi oradan oraya koşturuyordu. arabanın altındaki bir çift ayak hareket etti. sanki bir geminin ufuktan belirmesi gibi, ilk önce bacakları, sonra gövdesi ve son olarak da adamın tamamı arabanın dışında belirdi. orhan usta bu olmalı diye içinden geçirdi. ama diğer ayağın sahibi hala arabanın altında yatıyordu. adam, çırağın ensesine vurdu ve "skerim baarma lan" dedi. çırak bu sefer gülmeye başladı. sonra adam, çırağa tekme atıp "gelme lan bir daha bu dükkana. müşterileri korkutuyorsun" diyerek kovdu.

usta, yanına geldi ve "kusura bakmayın, buranın delisi de. küçükken arkadaşı incir ağacından düşmüş, sonra da bu hale gelmiş. tahmin edeceğiniz gibi bunun üzerine düşmüş. neyse ben orhan usta.. size nasıl yardımcı olabilirim?" diyerek kendini tanıttı. o, durumu anlattı ve adem'in burada olabileceğini düşündüğünü söyledi. orhan usta, arabaya doğru yürüdü , altına doğru eğildi ve birden bağırmaya başladı. çığlıklar atıyor, deliler gibi oradan oraya koşturuyordu. arabanın altındaki diğer çift ayak hareket etti. sanki bir geminin ufuktan belirmesi gibi, ilk önce bacakları, sonra gövdesi ve son olarak da adamın tamamı arabanın dışında belirdi. gerçek orhan usta bu olmalı diye içinden geçirdi. adam, fake orhan usta'nın ensesine vurdu ve "skerim baarma lan" dedi. fake orhan usta bu sefer gülmeye başladı. sonra adam, fake orhan usta'ya tekme atıp "gelme lan bir daha bu dükkana. müşterileri korkutuyorsun" diyerek kovdu.

dükkan da hayatı gibi kısır bir döngüye girmişti. kimdi deli olan? yoksa gördükleri bir hayal miydi? adem neredeydi?

16 Eylül 2009 Çarşamba

ottübüs prime: adem'in yok oluşu

1 eyyorlama
geçmiş bölümde, behlül bihter'i bahçede kıstırmış, bu sırada birden ortaya çıkan victor newman "yalan rüzgarı bitmedi lan, hbb'de hafta içi her gün 18:30-20:00 arasında" diyerek bambaşka bir noktaya parmak basmıştı. victor newman bıyıklı ve bir o kadar da şehvetliydi, cenova siti'de elinden geçirmediği kadın kalmamıştı. nikiler, eşliler, efendime söylim cristiler... günahı boynuna, gerçek hayatta belki de iktidarsızdı, tesisat vardı da ceryan yoktu kim bilir. bunun acısını da dizide çıkarıyor olabilirdi. asla sahip olamayacağımız tipe, karizmaya, tekneye; diziler sayesinde sahip olmuyor muyduk? varsın, victor da sevişiversin. varsın, newman dayı da seks eyleyiversin, kime ne? neyse efendim, biz kendi dizimize bakalım. o sabah uyanmış ve işe gitmek için evden çıkmıştı...
(victor:"n'aptın?" john:"n'apem. sen n'aptın?" victor:"n'apem.")

üzerine zimmetli olan 92 model halk otobüsüne doğru yaklaştı. orta kapının altındaki küçük kapağı açtı, düğmesine bastı, kapağını kapattı ve orta kapıdan girip, şoför mahaline doğru yürüdü. kendisi için önemsiz olan bu sahnenin bütün ayrıntıları ilk duraktan binecek sabırsız yolcular tarafından sınav öncesi muhtemel soruları çözen bir öğretmen dinlenir gibi izlendiğini bilmiyordu.

şoför koltuğuna oturdu. camı biraz araladı. artık bir refleks haline gelmiş olan kontrolünü yaptı:

"vites... boşta. el freni... çekili. aynalar... 1,2,3 ve 4, hepsi tamam. emniyet kemeri... yok. tesbih... elimde. mendil... ensemde. adem... adem nerde lan? adem yok."

adem, bu halk otobüsünün muaviniydi. şoförden eskiydi. yersiz, yurtsuz biriydi. sefil görünüşünün yanında felsefik ve bohem bir tarafı da vardı. bir şirkette halkla ilişikler müdürü olan annesi ve aynı şirkette ceo olan babası, adem 13 yaşındayken yamaç paraşütü yaparken ölmüş, "skerim tarla takkede karga mı kovalayacağım bu yaştan sonra" diyerek dayısının yannda yaşamayı reddetmişti. oysa ki, dayısı bir devlet memuruydu ve herhangi bir tarlası yoktu. olsun, o kendi yolunu kendi çizmek istemişti ve sırf bu yüzden ailesinden kalan mirası da reddetmişti. bu kararından sadece 2 saat sonra pişman olsa da, artık çok geçti. tekti, felaketti, patlamaya hazır bir mavzer gibiydi. ileride yusuf hayaloğlu'nun şiirlerinde yer alacak gibiydi. 15 yıl boyunca bir çok işte çalışmış, bir çok şehir dolaşmış ve askerden sonra komutanının yardımı sayesinde, mevzu bahis halk otobüsünde muavinlik yapmaya başlamıştı. geceleri sahilde şarap içip, sarhoş olduktan sonra otobüse gelir ve uyurdu. evi gibiydi otobüs. ayrıca eskiden "hareket amirliği" olarak kullanılan konteynırlardan birinde duşunu alıyor, traşını oluyordu.

ama bu sabah adem yoktu. seslendi: "adem, oğlum nerdesin lan?". hareket eski amirliğinin kapısını çaldı. çıt yoktu. çok sık olmasa da arada sırada sahilde sızıp kaldığını bildiği için, sahile doğru gitmek için kontağı çevirdi. araba yaşlı bir dede gibi öksürdü. ikinci defa denedi, olmadı. üç... yok. "yokuş aşağı vurdurmak lazım" dedi içinden. sonra da, yoldan 10 kişiyi çevirmesi zor olmadı çünkü bu ülkenin insanları, garip bir şekilde yokuş aşağı araba vurdurmaktan haz alıyordu. 10 kişilik güruh, otobüsü iktirmeye başladılar. işte o zaman, kurtuluş savaşı'nda havan topunu tek başına kaldıran insanlara, daha bi' inandı. otobüs çalıştı, camdan elini çıkardı, diğer eliyle de kornaya basarak teşekkür etti. 10 kişilk güruh, bir iş başarmanın saadetiyle mutlu oldu.

ama onun adem'i bulması gerekiyordu. sahile gitti. aradı, fakat yoktu. o sırada, camdan içeri giren rüzgara kapılmış ufak bir not gördü:

"bujiler yanmış. sanayide orhan usta'nın tamirhanesinde buluşalım. adem."

15 Eylül 2009 Salı

ottübüs prime

0 eyyorlama
sabah kalktığında, saat 7'ydi. mesaisinin başlamasına 1 saatten az vardı. ama içinden uyumak geliyordu. hala dün gece yaşananların etkisindeydi. içinden "bir kere de herhangi bir hikayede, öyküde uyanan da dün gece yaşananların etkisinde olmasın. nerde bir uyanan var, hemen dün geceki yaşananlar. baksan kıraathanede şoför arkadaşlarla çay içip, batak oynamışız, hesabı da 48a talat'a kaktırmışım." diye iç geçirdi. çok uzun iç geçirişleri vardı. bu iç geçirişlerini bir kitapta derlemeyi düşündü. sonra da "en iyisi filmini çekeyim. milletçe okumuyoruz arkadaş. o-ku-mu-yo-ruz" dedi. cümlenin sonuna doğru, adettendir diye sinirlendi. zira ne zaman türk milletinin okuma alışkanlığı tartışılsın, bu coğrafya insanı bütün külliyatı yyip yutmuş gibi sinirlenirdi.

bunları düşünürken 7:15 olmuştu. hala duvardaki çıkıntıları izliyordu. başucundaki radyoya uzandı, birazcık frekanslarıyla oynadıktan sonra, sabahları hükümete yüklenen arkadan kahkahalı, gevrek sesli dj'y sahip programı dinledi. amerikan filmlerinde görmüştü, insanlar başucuna radyolu dijital saat koyuyorlar, üzerilerinde ince ve ipeksi bir örtü ile uyuyorlar ve uyandıklarında da sert bir kahve içip kendine geliyorlardı. radyo tamamdı, yanına da asker saati tabir edilen casio saatini koydu. komidin adeta kaçakçı tezgahına benzemisine rağmen buna aldırmadı. kahve de tamamdı ama ince örtüyü nasıl yapacaktı? kırsal kesim insanıydı. el yapımı yün yorganından vazgeçmedi. "başını serin, g.tünü sıcak tut", hayattaki en önemli mottolarından biriydi. ama o motto ne demek bilmiyordu. yataktan kalkmadan önce, radyodaki dj'e hak verdi, kahkahaları dinledi ve kalktı.

çabucak bir kahvaltı hazırladı kendine. traktör tekerleği gibi köy ekmeğinin bir parçasını sobanın üzerinde ısıttı, ve üzerine birazcık tereyağ birazcık da pekmez gezdirdi. o sırada da gömleğini, pantalonunu giydi, kravatını taktı, ensesine mendilini koydu. sabah 8:00, akşam 21:00 arasında, kadıköy-kartal güzergahında çalışıyor, geriye dönerken de doğal olarak yine aynı güzergahı izliyordu. hayatı izlediği güzergah kadar düz, kafası ise otobüsü kadar kalabalıktı. ama bir türlü son durağa varamıyordu. böyle afilli anlatınca sanki çok büyük çelişkileri olan bir adam beklemeyin. en büyük çelişkisini, akrabasının düğününde çeyrek altın mı yoksa yarım mı takma hususunda yaşamış, en sonunda tam ortalamasına denk gelen parayı nakit olarak damada takmıştı. hatta bu işi de çözmenin sevinci ile damada "ben sana takıyorum, sen de akşam geline..." dedi. düğünlerde, böyle gerdek gecesine ait cinsellik temalı şakalar olurdu. normal zamanda ebe skerticek şakalar, orada sineye çekilebilirdi. bu toplumda cinsellik bir tabuydu fakat hiç kimse, hayatının güpegündüz, ortalık yerde skilmesine ses çıkarmıyordu.

anahtarlarını kontrol etti ve apar topar evden çıktı. otobüsü, bıraktığı yerde onu bekliyordu.

14 Eylül 2009 Pazartesi

mesaj-ı mürsel

0 eyyorlama
adam gibi bir başbakanımız var. bunu övgü veya yergi için söylemiyorum. baya bildiğin adam gibi. hani "sokaktaki adam" kadar yüzeysel, "kaçın lan, adam geliyor"daki adam kadar korku verici. hani, başbakanlık konutundan al, kahvehaneye koy sırıtmaz. "görev adamı"ndaki adam.

geçen haftaki sel felaketinden sonra "ağır olur derelerin intikamı" demiş. birincisi o dere değil, deve. ikincisi, kendisinin o ana kadar duyulmamış atasöz ve deyimleri ortaya çıkarma gibi bir huyu var zaten, bir de başbakan olunca çekilmez oluyor. çünkü ver ediyor atasözünün, özdeyişlerin gözüne. yani, yarın bir gün, hani olmaz ya, oldu da bir gün içinde nüfus patlaması yaşandı ve türkiye 150 milyon nüfusa ulaştı. bu adam demez mi "görkemli olur fakirlerin orgazmı" diye, orçun kunek misali? demez demeyin, başbakanımız bugüne bugün "kuş kafasından kavurma olmaz" şeklinde bir atasözünü gün yüzüne çıkarmış bir insan.

insanın "bu atalar benim olamaz" diyesi geliyor. başbakan beni dedemden soğutuyor. belki de bu atasözünü benim dedem çıkardı? sayın başbakan, siz benim anlı şanlı sülalemin psikolojik sorunlarını neden ulusal düzeyde gündeme getiriyorsunuz? ne istiyorsunuz dedelerimden? dedebaz bir ülke olduğumuz bir gerçekken, neden ha? kim veya nasıl? 2n 1k, bir de kısa marlboro.

bir de tayyip erdoğan'ın genelde söylediği atasözler, çok gizli kalmış bir gerçeği de gün yüzüne çıkarmıyor. ibret almaya kassan alınmıyor. örnekler:

mesela yukarıda bahsettiğim, "kuş kafasından kavurma olmaz". zaten midem bulandı, böğür böğür kusasım geldi bu atasözünden dersler alacağım, kıssadan hisseler alacağım diye. rüyalarıma girdi. babam elinde tencereyle geliyor. şimdi burada anlatırken bile bak tüylerim şey oldu, bir açıyorum tencereyi. "kuş kafası kavurma" yaptım diyor bana babam. kuşbaşı olmasın diyorum. kuş kafası diyor. babam levent kırca'ya dönüşüyor. asıl en feci kısmı ise, ben de olacak o kadar parodilerindeki uzun adama dönüşüyorum. "mieevlüüt ustaa, hhhieey" diyorum. işte o adam (vakit gazetesi tarzı)

bir diğer örnek, "kurbağanın vakvağası suyu bulandırmaz". vakvağa ne? vaka-i vakvağa mı ne vardı tarih dersinde. onu da kurbağalar değil yeniçeriler çıkarmıştı. ha dersen ki, osmanlı'nın çöküşündeki en büyük sebep, orduda insanların değil kurbağaların kullanılmasıydı, işte o zaman anlamlı olur. işte o zaman bambaşka şeyler konuşuruz. siğil toplum örgütleri var bir de.

12 Eylül 2009 Cumartesi

tarihte bugün

0 eyyorlama


12 eylül 1980... yurt genelinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
12 eylül 2009... sağnak yağmur ve taşkınlara önlem olarak, "sokağa çıkılmaması" tavsiye edildi.

devletimiz varolsun.

10 Eylül 2009 Perşembe

alt aşortman

2 eyyorlama
bir araştırma yapmışlar. ortalama bir alt aşortmanın, kaç farklı g.t gördüğü üzerine istatistiki bilgiler sunmuşlar. cümlelerdeki öznenin gizliliğinden, sadece "onlar"ı çıkarabiliyorsunuz şimdilik. araştırma, süheyl ve behzat uygur kardeşler ve komedi dans üçlüsü'nün ortak ürünü. işsizlikten kafayı kırmışlar.

1. öğrenci evlerinde alt aşortman olgusu: "sahibine ait olmamak" olgusu dünya üzerinde iki şekilde görülür: fantezi müziğin derebeyi doğuş'un vücudunda ve öğrenci evindeki alt aşortmanlarda. bir öğrenci evinde herhangi bir alt aşortman, kamunun malıdır. bir tek sahibi kullanamaz onu, eve gelen öğrenci arkadaşlar, akademisyenler, sevgililer, sevgili çiftler (yeni oldukları için, bir dona girebiliyorlar), tesisatçılar, herkes giyer o aşortmanı. aynı şekilde, doğuş'un kafası da kendisi dışında herkesten örnekler içerir.

öğrenci evinde bir alt aşortmanın kaç farklı g.t gördüğüne dair çeşitli bilgiler var. en çok inanılan ise 100 ila 150 arası. sonrasında, aynı aşortmanın kendi kendini yok etmesi ise hala bilim adamlarınca açıklanamıyor. (bilim adamları köfti olunca, aşortman napsın minisküsem)

2. genç irili bir ailde alt aşortman: mirastır. fakat babadan oğula değil, oğuldan babaya ordan da mümkünse dedeye aktarılır. "bedeni kanun" dedikleri bu olsa gerek. aşortman babaya geçince form değiştirir. paçalar kıvrılır, g.t kısmı genişler, diz kısımları 2 metre önden gider. isterse adidas olsun o, giderek "ökkeş penye ve tuhafiye" markasını alır. adidas hiç boşuna kasmasın messi'yle reklam yapayım falan diye. koysun bir tane genç irisi babasını, balkonda otururken, satışları %200 artmazsa, ben de mustafa sandal değilim.

3. gittikçe asosyalleşen alt aşortman: bu alt aşortmanı gelişim açısından değerlendirdiğimzde duygusal diyebiliriz ve bu yüzden de kendimizi bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde pek rahatlıkla bulabiliriz. alt aşortmana duygusal diyen de kesin başka bir sorun vardır. ayrıca ruh ve sinir hastalıkları ismi insanı acaip korkutuyor ismail dambıllım, sen ne dersen de. ruh hastalığı ne olabilir lan?

neyse, bu kategorideki alt aşortmanlar, ilk başta "dışarsı aşortmanı" olarak nitelendirilen, gündelik işlerde pek giyilmeyen, ortamlara akarken "abi ben acaip sportif biriyim" havası yaratmak için alınmış giysilerdir. gittikçe, bu aşortmanlar bakkala giderken giyilmeye, ev içinde giyilmeye ve en sonunda uykudayken giyilmeye başlar. içine kapanır, evden çıkmaz olur bir müddet sonra. bir gece onla uyuduktan sonra, sabahında onu g.tümüzde bulamayız. çekmiş gitmiştir, annenin ellerinde bir yer bezi olmuştur. burada anlatılan anne de nasıl bir psikopatsa, yer bezi ihtiyacını uyuyan yavrucağının g.tünden karşılıyor. (annene lastiksiz yerinden bir metrekare aşortman ver yieavrum)

**************

neyse, çok uzatmak istemiyorum. sinirlendim bak şimdi. bir alt aşortman verin de, şu koltuğa kıvrılıp uzanayım. olur olur, kardeşinin de olur.

düdük gibi oldum.

9 Eylül 2009 Çarşamba

hış hışı hançer

2 eyyorlama
başka başlık bulamadım. gönül isterdi ki, tüm blog ahalisi (binlerce kişi evet) böyle şalvarlarımızı giyeydik de yan yana oturaydık da bi yanımızda çiğ köfte bi yanımızda tekel birası (doğu batı sentezi, ah benim araya sıkışıp kalmışlığım, ah benim yalnızlığım ah yanan yüreğim..) pek de ritmik olmayan yana sallanışlarımızla, ellerimizi birbirine çarpaydık da hep bir ağızdan 'hışhışı hançer boynuma leğ leee'diye gazlara gelip boyut değiştireydik. olmadı.

blog ahalisi demişken, beni kınamayın paşalarım lakin, ben ceketli ali dayı olayını bir türlü anlamlandıramıyordum şu benim için büyük insanlık için küçücük beynimde. bu kadar düz bi insanım ben. ceketli ali dayı nickli biri kesin erkektir. bu normal bişey. anormal olanı ise, benjcev'in ona niye yazıp durduğu! iki ihtimal vardı o an için:

1- ben her şeyi yanlış anlamışım. benjcev aslında kızmış -kız imiş. o yüzden elemana yazıyomuş.
2- benjcev, benim de bildiğim üzre erkekmiş ve burası benim bilmediğim üzre çok özgür bir ortammış ve erkek erkeğe yazabiliyormuş. olamaz mı? olur elbet. güzel de olur aslında. yarın öbür gün konusu açıldığında 'yaa benim gay arkadaşlarım da var bak, onları zinhar dışlamam' diye artislik yapma imkanı da verecekti bu durum.

ama bu iki ihtimalin hiçbiri hiçbir şekilde (bi bok anlatmayan ama anlatımı güçlendirme uğraşındaki bir yazarın, kelime tekrarlarından medet umması zavallılığı) 'hoşgeldin kadınım' şarkısının yanına ceketli'ye diye not düşülmesini açıklayamıyordu.

işte bu noktada, hış hışı hançer boynumu dilledi ve aklım başıma geldi: ceketli kızmış -kız imiş. ve benim beynim hakkaten de, insanlık için olduğu gibi benim için de çok küçükmüş -küçük imiş.

bu arada, bunu yazdıktan sonra geri dönüp bi baktım da, kimin yazdığı görülmüyormuş -görülmüyor imiş. kim olabilir ki bu mal diye düşünme, başharfleri oku.

özür dileriz sayın başkan

0 eyyorlama



(çömeşmesine ayrı, bıyığına ayrı gurban olduğumuz artiz başkanımız, o çok sevdiği laleler arasında büyük taharetini giderirken. )

size layık bir halk olamadık...



http://tinyurl.com/lzmesw

1 Eylül 2009 Salı

milliyet

1 eyyorlama
her ne kadar ortamlarda "abi ben en fazla ntv'ye bakıyorum, o da flaş bir gelişme olursa. yoksa gündemi hep radikal'den takip ediyorum. genelde de avrupa gazetelerini okuyorum" desem de, gün içinde en az 145 kere milliyet'in sitesine giriyorum.

kötü bir tasarım ve kötü bir teknoloji ile yaptıkları haber portalının içeriğini güncelleyenler de, dünya üzerinde bu işi yapması gereken en son kişiler. şöyle bir fotoğraf ve haber vardı efendim:



ya şimdi bir başlık, böyle mi atılır? hadi başlığı böyle attın, ulan bu fotoğraf mı konur. sanki adamın boğazı götünden çıkmış da töbe estafurullah, tekrar götünden takmışlar gibi sunmuşsunuz haberi. hatta fotonun çekildiği anda, opersyon henüz bitmiş gibi bir hava vermişsiniz. yani foto ve başlık bunu gösteriyor.

bakın, bizler hassas insanlarız. hasta veya özürlü insanlarla dalga geçmek çok büyük ayıptır bu coğrafyada. mesela zangoçya'da öyle değil. her sene düzenlenen festivallerde hasta ve özürlüleri üzüyor hoyrat zangoçya halkı. onların da böyle bir geleneği var. neyse, sorun bu değil. yanlış anlaşılmasın, bıyıklı abimize de geçmiş olsun diyor, acil şifalar diliyorum. bu milliyet'in içerik güncelleyenlerine de bin selam ediyorum.

rapper olm sen yapıyorsan bunları, o zaman ayrı. gidip yorum yapacağım hemen:

che_guevara_1985 dedi: bence bu işlerin arkasında amerika var.

konuyla alakalı olarak böyle bir post da var gene aksi arşivimizde.