16 Eylül 2009 Çarşamba

ottübüs prime: adem'in yok oluşu

geçmiş bölümde, behlül bihter'i bahçede kıstırmış, bu sırada birden ortaya çıkan victor newman "yalan rüzgarı bitmedi lan, hbb'de hafta içi her gün 18:30-20:00 arasında" diyerek bambaşka bir noktaya parmak basmıştı. victor newman bıyıklı ve bir o kadar da şehvetliydi, cenova siti'de elinden geçirmediği kadın kalmamıştı. nikiler, eşliler, efendime söylim cristiler... günahı boynuna, gerçek hayatta belki de iktidarsızdı, tesisat vardı da ceryan yoktu kim bilir. bunun acısını da dizide çıkarıyor olabilirdi. asla sahip olamayacağımız tipe, karizmaya, tekneye; diziler sayesinde sahip olmuyor muyduk? varsın, victor da sevişiversin. varsın, newman dayı da seks eyleyiversin, kime ne? neyse efendim, biz kendi dizimize bakalım. o sabah uyanmış ve işe gitmek için evden çıkmıştı...
(victor:"n'aptın?" john:"n'apem. sen n'aptın?" victor:"n'apem.")

üzerine zimmetli olan 92 model halk otobüsüne doğru yaklaştı. orta kapının altındaki küçük kapağı açtı, düğmesine bastı, kapağını kapattı ve orta kapıdan girip, şoför mahaline doğru yürüdü. kendisi için önemsiz olan bu sahnenin bütün ayrıntıları ilk duraktan binecek sabırsız yolcular tarafından sınav öncesi muhtemel soruları çözen bir öğretmen dinlenir gibi izlendiğini bilmiyordu.

şoför koltuğuna oturdu. camı biraz araladı. artık bir refleks haline gelmiş olan kontrolünü yaptı:

"vites... boşta. el freni... çekili. aynalar... 1,2,3 ve 4, hepsi tamam. emniyet kemeri... yok. tesbih... elimde. mendil... ensemde. adem... adem nerde lan? adem yok."

adem, bu halk otobüsünün muaviniydi. şoförden eskiydi. yersiz, yurtsuz biriydi. sefil görünüşünün yanında felsefik ve bohem bir tarafı da vardı. bir şirkette halkla ilişikler müdürü olan annesi ve aynı şirkette ceo olan babası, adem 13 yaşındayken yamaç paraşütü yaparken ölmüş, "skerim tarla takkede karga mı kovalayacağım bu yaştan sonra" diyerek dayısının yannda yaşamayı reddetmişti. oysa ki, dayısı bir devlet memuruydu ve herhangi bir tarlası yoktu. olsun, o kendi yolunu kendi çizmek istemişti ve sırf bu yüzden ailesinden kalan mirası da reddetmişti. bu kararından sadece 2 saat sonra pişman olsa da, artık çok geçti. tekti, felaketti, patlamaya hazır bir mavzer gibiydi. ileride yusuf hayaloğlu'nun şiirlerinde yer alacak gibiydi. 15 yıl boyunca bir çok işte çalışmış, bir çok şehir dolaşmış ve askerden sonra komutanının yardımı sayesinde, mevzu bahis halk otobüsünde muavinlik yapmaya başlamıştı. geceleri sahilde şarap içip, sarhoş olduktan sonra otobüse gelir ve uyurdu. evi gibiydi otobüs. ayrıca eskiden "hareket amirliği" olarak kullanılan konteynırlardan birinde duşunu alıyor, traşını oluyordu.

ama bu sabah adem yoktu. seslendi: "adem, oğlum nerdesin lan?". hareket eski amirliğinin kapısını çaldı. çıt yoktu. çok sık olmasa da arada sırada sahilde sızıp kaldığını bildiği için, sahile doğru gitmek için kontağı çevirdi. araba yaşlı bir dede gibi öksürdü. ikinci defa denedi, olmadı. üç... yok. "yokuş aşağı vurdurmak lazım" dedi içinden. sonra da, yoldan 10 kişiyi çevirmesi zor olmadı çünkü bu ülkenin insanları, garip bir şekilde yokuş aşağı araba vurdurmaktan haz alıyordu. 10 kişilik güruh, otobüsü iktirmeye başladılar. işte o zaman, kurtuluş savaşı'nda havan topunu tek başına kaldıran insanlara, daha bi' inandı. otobüs çalıştı, camdan elini çıkardı, diğer eliyle de kornaya basarak teşekkür etti. 10 kişilk güruh, bir iş başarmanın saadetiyle mutlu oldu.

ama onun adem'i bulması gerekiyordu. sahile gitti. aradı, fakat yoktu. o sırada, camdan içeri giren rüzgara kapılmış ufak bir not gördü:

"bujiler yanmış. sanayide orhan usta'nın tamirhanesinde buluşalım. adem."

1 yorum:

ceketli ali dayi dedi ki...

Senin şu yaptığını bize ne Grange yaptı ne de Lost. Açıkçası böyle bir bölüm sonu beklemiyordum, çok çarpıcıydı. Camdan içeri süzülen notu okuyunca tüylerim diken diken oldu. Az daha heyecanlanırsam "üç üç üç" diye diye üzerine yürüyeceğim.