27 Ekim 2010 Çarşamba

Boş bakkal ne tartar?

8 eyyorlama
Şimdi efendime söyliyim uzun zamandır işsizliğin vermiş olduğu aymazlıkla takılan biri olaraktan iş ve işçi bulma kurumuna gittim. Gitme sebebim iş bulmak değil, yanımda çalışacak işçi bulmak hiç değildi malumatınız.

Görev-i askeriyem bittikten kelli yatıyorum. Bi kaç arkadaşın düğününü yaptım işte zaman geçsin deyu. Sonrasında istanbul izmir en kısa hangi yoldan hacelik diye soran kuzenimle 4 farklı yoldan gidip geldik. Ceketli ali dayı'm sahip çıksa da benjcev'in gitmemiz hakkında ağır cümleleri memlekete dönmemize sebep olmuştur, daha da korkudan gidemiyoruz yanlarına.

İşsizlik sigortası diye bir ücretin olduğunu duyunca da her havadan para umudu olan adam gibi koşup koşulları sordum kuruma.

Koşullar:

1- 3 yıl içerisinde 600 günün üzerinde sigortalı olarak çalışmak
2- Kovulmak
3- Muhtardan işsiz olduğuna dair belge
4- Günün belli saatlerinde farklı mekanlarda çekilmiş aymaz 4 foto
5- Aileden para istenirken yenilmiş 5 iğneleyici laf
6- İki işsiz şahit
7- İki alacaklı arkadaş (Benjcev biri sensin quardeşim)
8- Tavlada rakibinizle oynanmış 50. oyunun tavla pulları (Erdem teprikler)
9- Cebinizde kazanma umuduyla yatırılmış iddia, sayısal, KAZI KAZAN (Ceketli iyi bilir)
10-Veresiye alabilmek için kanka olunmuş tekel bayi
11-İki adet ödenmemiş fatura, 1 adet asgarisi yatırılmış Kredi-Kartı
12-Cep telefonunuz arandığında borcundan dolayı kapatılmıştır ses kaydı

Benjcev bi 50lik tokalasana be quardeşim, işe girince ödicem...

26 Ekim 2010 Salı

Ya O, Ya Bu

9 eyyorlama


Sonunda "Fotoğrafları için tıklayınız" linkli ünlü bir hatunun röportajını okudum. Genelde yapmam öyle şeyler direk fotoğraflara tıklarım. Sizin tabirinizle bir 'bayan'ım çünkü ben. Kadınlığın ne olduğunu onlardan öğrenmeye çalışırım- güzel olmanın kadınlığın şartı olduğu öğretildi bana ben daha çok küçükken. Büyüyünce de bir şey değişmedi. Selülitli olduğum için, yüzüm kırıştığı için veya kilolu olduğum için eleştirildim. Rahat tavırlar sergiledim "takmıyorum bunları yaa" konulu, ama öyle olmuyor yiğenim.

Neyse,
Bu hatuna soruyorlar, "Evlilik-çocuk mu yoksa kariyer mi?"
Hatun başlıyor filosikik yorumlarına. "evli olan bir kadının kendini işe verip çocuğuyla ilgilenmemesi çok üzücü. evde olan kadın tamamen eşine, evine ve çocuğuna odaklı yaşamalı."

Çok masum, çok anaç bir düşünce gibi mi geldi size? Yoksa "hah kadın dediğin bu ağğbi" diye böbürlendiniz mi kendinizce? Bakarsın belki bakiredir de ha?
Cevaplarınız evet şeklinde geldiyse şu an, şu saniye çekin gidin ve ayna karşısında kendinizi okşayın (bayan olduğum için 'okşamak'ta kalıyorum- yakışık almaz)
Yok bacım bi dinleyelim diyorsanız da devam edelim...
Arıza zaten sorulan soruda: kariyer- çocuk ayrımı.
Kadınlığın en büyük düşmanı bu ayrımdır.
Her kadın güdüsel olarak anne olmak ister.
Ve bu güdüsü ile kariyer hırsı gün gelir çarpışır.
O noktada bunları bir arada tutabilmek kadının en doğal hakkı iken, anneliğe yüklenen gereksiz sorumluluk ve babalığa verilen sonsuz rahatlıkla kadın kariyerinden vazgeçer. Veya tam tersine, kariyerinden vazgeçemeyeceğini bildiği için annelik duygusunu hiç tadamaz.
Ve o kadın yarım kalır.

Tam olabildiği durumlar da vardır:



23 Ekim 2010 Cumartesi

biraz da gülelim

1 eyyorlama
gerek, uzun yıllara dayanan yerel basın tecrübelerim gerekse türk basın tarihine olan merakım beni şu sonuca götürdü: tarihin en skindirik köşe yazısı başlığı bu. dayı tashihlerle dolu yarım sayfa yazı yazar (efendime söyleyim, belediyenin çöp kamyonlarının çok gürültü yapması, çarşamba pazarı esnafının sorunları, ünlü ressam arkadaşının son aşırı kişisel sergisinden izlenimleri filan.. konu yelpazesinin genişliğine bak arkadaş!) kalan boş alana da bu başlığı atıp dünyanın komik olma kaygısı taşımayan ender fıkralarından birini iliştiriverir. ve biz sevgili okurlarının -ki toplamda üç kişi oluyoruz: gazetenin editörü, kendine yerel basını konu edinmiş manyak araştırmacının teki ve bizzat köşe yazarının karısı- anıra anıra gülmesini umar.

bâb-ı âli denilen eski zaman medya merkezlerinde de sıkça bu işin ekmeği tüketilmiş, kelli melli götlü göbekli köşe yazarları "biraz da gülelim" başlığı altında türlü çirkinliklerle okuyucunun mizah humorunu skip atmayı görev edinmiştir. "la bunlara maruz kalmasam benden de muhakkak bir cem yılmaz, bir umut sarıkaya, bir nihat doğan mizahı çıkardı" iddiasında değilim. ama hakikaten bu köşe yazarları ve onlarla aynı paraleldeki ortaokul-lise öğretmenlerim olmasa şu an daha kuwatlı bir mizah algısına ve vergisine sahip olabilirdim.

biraz da gülelim köşesiyle çocuk okutmuş, emekli olmuş, torun sahibi olmuş adamlar biliyorum.

22 Ekim 2010 Cuma

ne güzel filmimizdin sen fasulye abi

2 eyyorlama
ne zaman türk komedi filmlerinin bahsi açılsa "ıha ıha ıhahaha, fasulye'yi çok seviyorum lan ben. aklıma estikçe izliyorum ıahhııııaahahaa" diye gaza gelirim. gözlerimin içi parlar, kendi kendime repliklerini tekrarlarım. karşılığında da büyük ihtimalle "izlemedim, izledim ama hiç sevmedim, amaaan ne fasülyesi yaaa" gibi cevaplar alırım. olsun.

21 Ekim 2010 Perşembe

ziya abi

7 eyyorlama
insanların derdini götleriyle dinleyip onlara yalandan nasihatlar verenlerden bıktınız mı? cinsel yardım köşesi kisvesi altında kendi kendine atıp tutanlardan tiksindiniz mi? aşk hayatlarınızdaki acıları paris moda haftası yorumlarcasına yüzeysel irdeleyen köşe yazarlarından, mali yorumculardan, hukuksal danışmanlardan öğürdünüz mü? o halde ziya abi!! ziya abi halkın içinden..ziya abi köşedeki kahveden.. ziya abi okey masasında beleşçinin oturduğu sandalyeden geliyor. ziya abi içimizden geliyor, içimizden henüz çıkmış bir şekilde, yeni yaktığı orgazm sigarasını tüttürerek geliyor. bizim için, bizlerin dertlerine derman olmak için geliyor.. isterseniz kendisine sığınan bir çok mağdurun, kalbi kırığın, bağrı yanığın sorunlarına ürettiği çözümleri hep beraber okuyalım..

- rumuz: goncagül;

sevgili ziya abi..ben 28 yaşında, sarışın, mavi gözlü, 1.72 boyunda, baskülde 58 kilo çeken ve çevresi tarafından güzel olarak nitelendirilen bir bayanım. fakat bu yaşıma kadar ne sevdim, ne de sevildim. hiç erkek arkadaşım olmadı. anlayacağın aşk, bir erkeğin elini tutmak, biriyle sevgili olmak benim için bir hayal olmaktan öteye gidemedi. bu konuda ne yapmalıyım?

cevap:

sevgili kızım goncagül..

aşk öyle bir sudur göze hoş gelir ama içtikten sonra içindeki bakteriler, tenyalar, böle pis pis böcekler bağırsaklarını kaplar ve sonrasında da ishal olursun. akabinde pötürrrtttt diye sıçarsın gözlerinden yaş gelerek. hatta pötürtttttt diye sıçmakla kalmazsın, bide üzerine kıçında yanma olur. kıç dedim bak dikkatini çektiyse. dedim çünkü biliyorum ki bir bayansın ve erkeklerin sıçmada kullandığı yer götken kadınların ki popo ya da kıçtır. ama ister göt olsun ister popo olsun ishalsen pörtttt diye sıçarsın. sonlarda, son kırıntıları atarken de cızzzzt diye. ve demem odur ki, bilmediğin yerlerden çiğ köfte yeme..

umarım yeterince açıklayıcı olabilmişimdir goncagül. sevgiyle kal.

- rumuz: kadın pedi gördüm sanki.

sevgili ziya abi.. ben 19 yaşında, en büyük faaliyeti ayna önünde ergenlik sivilcelerini patlatmak olan bir ergenim. aynı zamanda da erkeğim ve pipim var. ziya abicim dikkatini çekiyorsa pipi diyorum çünkü alet henüz pipi olmaktan ileri gidemedi. kullanım açısından 3 yaşındaki bir bebenin aletinden bir farklılığı yok. fakat benim sorunum o değil abi. benim sorunum şu ki; ne zaman bir kadın pedi reklamı görsem içimi bir titreme kaplıyor, bacaklarım sallanıyor ve ayıptır söylemesi azıyorum. ne yapmalıyım?


cevap:

sevgilim oğlum kadın pedi;

senin bulduğun rumuza koyimmm.. çok sinirlendim..oğlan bak senin hamına korum. daşak mı geçiyorsun lan benimle? böyle sapıklık mı olur lan? en son guntin darantula mı nedir o adamın kadın ayağı seviciliğini duyduğumda bötle şaşırmıştım da ana avrat girmiştim olaya. sana da öyle girerim bak. yok ama eğer ciddiysen de yapılacak bir şey yok. o zaman da senin hamına korum bak. kadın pedi ne lan hem?


rumuz: willy wonka

sevgili ziya abi.. öncelikle yazılarınızın sıkı bir takipçisi olduğumu belirtmek istiyorum. her yazınızda ayrı bir ders çıkarıyor, her öğüdünüzde ışık buluyorum. ziya abicim; benim sorunum bir türlü vazgeçemediğim şeker yeme hastalığım. gün içinde dur durak bilmeden şekerleme ve çikolata yiyor, küçük bardaktaki çayımı 8 şekerle içiyor ve çorbaya bile tuz yerine şeker döküyorum. bu dertten kurtulmak için bir çok kez doktora gittiysem de bir çözüme ulaşamadım. ne yapmalıyım?

cevap:

sevgili oğlum votka;

bana göre sorunun psikolojik bir hastalık. ve bu sorunun çözümünde sana bilimsel tıp yardımcı olamadıysa, alternatif tıptan faydalanma zamanıdır. yapacağın şey çok basit. önce bir eşeğin skini alıyorsun ve üzerine eritilmiş çikolatayı sürüyorsun. sonrasında geçip karşısına bakıyorsun. bu durumda muhtemelen içini kaplayan tiksinti ile sorunundan kurtulacaksın. yok ama eğer ki o durumda bile çikolatayı yersen, o zaman genişlemiş ağzınla memlekette senden kral saksocu olmaz. bu da bir başarı sayılır. unutmadan, rumuzunu da çok beğendim. votka falan severim ben. hele vişneyle misss...

sevgilerle...


rumuz: kıskanç

sevgili ziya abi. kız arkadaşımın harika bir güzelliği, ondan daha da güzel bir vucudu var. onu çok kıskanıyorum. ne yapmalıyım

cevap:

koy dötüne.

sevgilerle..

18 Ekim 2010 Pazartesi

pazartesi sabahı msne girecek yüzü olmayan adam

13 eyyorlama
ben sen o, hepimiz; futbol denen manyaklığa gönül vermiş herkes!

sen, ali abi! fener kadıköy'de yenildiğinde kendini sütçüyle aldatılmış gibi hissetmiyor musun?

ya sen, muzaffer dayı! beşiktaş üçer beşer yedikten sonra pazartesi gününü şuursuzca, kim olduğunu bile unuturcasına geçir miyor musun?

sen, hatce bacı! senin ne işin var burda mınağoyim bee? hadi biz erkek doğmanın lanetini bir futbol takımına platonik aşk besleyerek yaşıyoruz. senin derdin ne yavrum? kuzum derdin ne senin? dizi izle, alışverişe çıkıp ayakkabı al, bi daha al, bi daha al, burçları oku, ilişkiler üzerine kafa yor hemcinslerin gibi.. ama yapma bunu; bir futbol takımına gönül verme!

şimdi hepiniz utançla ve bana hak vererek başınızı önünüze eğin ve bu yazının konusunun aslında sizler olmadığının, tek muhattabının baykal olduğunun farkına varın. ve rahat olun, sizinle bi sorunum yok.

lan arkadaş, nedir ki bu yaptığın? kendi sahasında manisa gibi bir takımdan 3 gol yemiş ve yüreciği paramparça olmuş bir adamcağıza "nası koydu manisa ahahahaha" diye bulaşmanın manası nedir? yarasını deşmenin, kanırtmanın manası nedir? "ben bu adama laf atıyorum ama yarın bizim de maçımız var, yenilirsek halim nice olur" diye düşünmez misin? "beşiktaş 3 yemiş, biz 4 yersek hadi" diye düşünmez misin? "servet çetin gibi bi adamın oynadığı takımı tutuyorum, bu kadar artislik yapmamalıyım" diye düşünmez misin? seni bize götürsem gelir misin, pınar sosis pişirir misin babamla?..

lafı fazla uzatıp seni iyice rencidelere sürüklemek istemiyorum. gemide filminden erkan can'ı çağırdım, ikimize de durumu özetleyen bi çift lafı var:


- skerler oğlum, hepimizi skerler!...

15 Ekim 2010 Cuma

Erkek değil mısınız hepiniz aynisiniz...

3 eyyorlama
Ah be kardesim erkut, Ah be can dostum tankut, Ah be Berlin panterim, ah be aslan cemalim. Neden biz butun kadınların aynı olmadıgını düşünürken, neden biz Cok çiçekten bal almanın pesindeyken, neden biz karda yürüyüp izimizi belli etmeyeye çalışırken kadınlar bizi aynı görür ki? Kamil ben sorarken cevaplamisim ya.. Bu nedenlerden dolayi
sanırsam. O zamana Buda böyle bir animiz olsun. Ya ama
tankut isimli biriyle aynı olma düşüncesi beni yedi lan su an.. Değiliz oğlum aynı. Tankut siktir.

14 Ekim 2010 Perşembe

msnden öğrendiğim bir şey var

14 eyyorlama
bundan yıllar yıllar evvel, ben yaşlarda bir şair -ataol behramoğlu- çok fena bi şiir yazmış:

...
yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
yaşadın mı büyük yaşayacaksın
ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına...
...

ırmaklara, göğe karışmaktan söz etmiş hacıabi. tam kafamdaki şair imgesi. cebinde bi not defteriyle o park senin bu mera benim, öteki koruluk senin buteki piknik alanı benim dolanmış durmuş gibi. her sabah, yaşadığı köhne bekar odasının penceresini açıp içine yaşama sevinci doldurmuş. vapurda martılara, sultanahmet'te güvercinlere, moda'da kedilere yarenlik etmiş gibi. benim gibi oturaydı bilgisayar başında, bakaydı monitöre aval aval, içeydi peş peşe sallama çayları.. yazabilir miydi? kat'a!

ataol abi karşısındaki acizliğimi savunma girişimime koca bi paragraf ayırdım. ama başarılı olamadığımı hissediyorum. neyse ziyanı yok. bu işler biraz da isim soyisim kombinasyonuna bakıyor. o isimle şiir yazmasa zaten ömer hayyam mezarından kalkar gelir de tokadı basar adama.

msnden öğrendiğim bir şey var: durumu DIŞARIDA olanların yüzde 98'i o anda içeride. bu basit bi tespit evet. ama şunu dinle bak: bunların yüzde 72'si o anda sıçıyor. evet, sıçıyor! malesef bu böyle. dışarıda mı sıçıyor peki? hayır, içeride! yani yalan dolan diz boyu...

durumu MEŞGUL olanların yüzde 47'si o anda afedersiniz cayır cayır porno izliyor! isim verip rencide etmek istemiyorum ama dikkatli arkadaşlar şu anda bu kişiyi hemen anımsayıp kafalarında rencide etmişlerdir.

ÇEVRİMDIŞI takılanların yüzde 64'ünün, msn listesindeki arkadaşlarından birine veya birkaçına borcu var. kalan yüzde 36'lık bölüm ise halk arasında çakal olarak da bilinen ve hoşlandığı kızın/oğlanın oturum açmasını kollayan hesapçı aksi nalet kimselerden oluşuyor.

çok acayip işler dönüyor sanalda.

11 Ekim 2010 Pazartesi

ateşle barut ah, yan yana durmaz

1 eyyorlama
gönül dilinden anla biraz, bir dokunursan ah dokunursan ellerin mızrap olur bedenim saz...

bu erotik girişten sonra lafı askerliğe nasıl getirebilirim ki? (erotizm ve askerlik ilişkisi de pek gel gitli, pek sancılı, pek netamelidir aslında)

askerliğin, insan ruhunu yıkıcı taraflarının başında kendine has espri anlayışı gelir. misal binlerce yıl önce mete han ilk orduyu kurduğunda, arka saflarda şöyle bir diyalog geçtiği rivayet edilir:

ötükenli çılgın bixici: lan tigin! 4 santimmiş diyorlar sigin. hahahahhaa...
tigin: olum sus lan, komtan duyarsa siger ikimizi de!

görüldüğü üzre, zerre komik olmayan bi diyalog. işte olay da bu zaten. askerde esprinin komik olması gibi bir zorunluluk yok. bu zorunluluk bir de star tv'deki HAYRETTİN isimli şov programında yok. acayip bi özgürlük. espri yapıyorsun ve komik değil.

ateş askere gitmeden önce bir abisi olarak çeşitli tavsiyelerde bulundum. her mahalle abisinin vereceği türden tavsiyelerdi işte. ama bu konuda uyarmayı unutmuşum. "nişan al, ateeşş! hhahahahahaha" geyiğini günde 10 kere yapmaktan sıkılmayan bir uzman çavuş, ateşi olan var mı sorusuna seni gösterip gülmekten çekinmeyen tertip filan...

haftasonları internete giriyor garibim. çipil çipil gözlerle askerlik anısı anlatacak adam arıyor msnlerde. tüm arkadaşları tek tek çevrimdışı oluyor. (evladın olsa dinlenmez askerlik anısı) ve o, içinde bir kırıklık elleri soğuk/ boğazında düğüm düğüm kelimelerle soğuk koğuşuna dönüyor: "aha ateş geldi. ısıtsana lan koğuşu, donduk munakoyiim!"

asker gidecek, geri gelecek. ama espri humorunu soğuk bir nöbet kulesinde bırakarak...

1 Ekim 2010 Cuma

blog geldi ersan ilyasova

1 eyyorlama
İDDİA EDİYORUM! aksi sözlük, prestij müzik'in günümüzdeki yansımasıdır. ilk günlerini hatırlıyorum da, izzet altınmeşe'li, suavi'li, ferhat tunç'lu kadrosuya fırtınlar estiren; mustafa sandal ve şapkasıyla kardeşlik türküsünü hep bir ağızdan söyleyen, kolej takımı ruhunu yakalamış "prestij müzik" gibiydik. ben, akın ve taylan; adeta özcan deniz, mahsun kırmızıgül ve ali şan gibi hep beraber kah bu satırlarda yazar, kah yorumlarla çeşitli şakalar yapardık. şimdi msn'i açar açmaz, akın'ın çevrimdışı olduğunu görüyorum. adeta "geldi kodumun manyağı" diyor, tek bir tuşa basarak bunu hissettiriyor. açıkçası akın.... teknolojiyi çok iyi kullanıyor.

hadi ben yeni filmimin hazırlıkları için şehir dışındaydım. siz niye yazmıyorsunuz arkadaş? ya çok bir şey istemiyorum, iki satır ya, iki satır. bugün iki satırı nerelere yazmıyorsunuz? 

uzun süredir yoktum buralarda. buralar derken, tüm dünya coğrafyasını kastediyorum. sıcak hava, yüksek nem oranı derken, üstüne de evlenme telaşesi de çıkınca [evliliğin gerekliliklerinden biri de telaş yerine telaşe kelimesinin kullanılmasıdır, bunu nişanlandığımda babam "oğlum bazı şeyleri konuşmanın vakti geldi. biz evli insanlar 'telaş' yerine 'telaşe' kullanıyoruz. buna hazır mısın?" diye mevzudan bahsetmişti. parantez de baya uzadı ha, ben burada aızıcık takılayım. gerçi yazının sonu da hazır, bu parantezin içini hep geri dönüp yazdım, sonu da bok gibi yazının ha... neyse evlilik telaşesi diyorduk parantezden çıkmadan hatırlatayım dedim ]; perde alışverişindeyken tüllerin orada sen gözler karar, sen bana bir haller gel, sen benim boyun tık tık at, sen bi kanatlan uç... galiba yaz tatilimi plütonun bir uydusu olarak geçirdim. ilkokulda olsam ve tatil dönüşü okullar açıldığında kompozisyon yazdırsalar bana şöyle olurdu herhalde:

plüton, güneş sisteminde bir gezegendir. yazları radyoaktif; kışları elektromanyetiktir. temel bitki örtüsü toz-topraktır. başlıca geçim kaynakları, büyükbaş hayvancılık ve tahıldır...

diye devlet bahçeli'nin ekönömi konuşması gibi tanımlarla başlar, uzayın ne kadar büyük olduğundan, buralara hiç benzemediğinden, arada dayımların satürn'deki yazlığında yörüngeye girdiğimden falan bahsederdim. allahtan ilkokulda değilim.

ayrıca bu yaz dekorasyona olan inancım giderek azaldı, ve geçen yıldan kalan 3 inaç'lık inancımı da tamamiyle bitirdim. düşün, ateistlerin bile allah'a inancı en az 4-5 inaç çeker. o da göt korkusu payı. neyse, dekorasyon diyorduk. dekorasyon dediğin sadece koltukla, perdeyle, masayla olmaz. bana elektrik süpürgesiyle, viledanın sopasıyla, ütü masasıyla dekorasyonu göster ki inanayım. göster ki dekorasyona inanan mutlu bir yusufçuk havalansın... bakıyorum, bütün dekoratörler evinde elektrik süpürgesi yokmuş gibi davranıyor, vileda sopasını nereye soktularsa artık, oraya buraya stickerlar yapıştırıyor. lan dekorasyonu sizin dediğiniz gibi yapsam, ne temizlik ne ütü yapılmaz o evde. işte bu kendini bilmez dekoratörlere bu satırlardan sesleniyorum: "iyi para var mı sizin işte lan?"

vakit gazetesi tarzı hedef gösteriyorum: İŞTE O DEKORATİF ODA!


tabi, belgesel niteliği taşıyan bir anı kitabı çıkarmaya da karar verdim: "düğün hatıraları". bu kitapta düğün ile ilgili sosyolojik gözlemlerimi, insanları toplum içinde kendini rezil-rüsva edecek kadar garip hareketler yaptıracak iç güdüleri, düğün esnasında sürekli normal takılan adamın, aniden sarhoş olarak piste kendini atmasını sağlayan metabolik fonksiyonalitelerden bahsedeceğim. ve tabiki bunları yaparken, her zamanki sert üslubumla yazacağım.
  • düğün esnasında illa ki coşkusuz ama sürekli şekilde oynayan akraba vardır. düğünün başından sonuna kadar pisttedir ve fakat o hissiz tavırlarıyla, o oyuna sonradan girmiş aydın yılmaz edasıyla adamın içini burkar, enerjisini alır, zamanı büker. kara delik.
  • "çok içen akraba, orkestrayı canından bezdirir" bir atasözü olur bu!
  • düğünde ne kız tarafının, ne de oğlan tarafının tanımadığı ekose gömlekli iki genç kuralı: bu 17. yüzyılda kilisenin baskısına rağmen dillendirilen ve günümüzde üzerine binlerce çalışma yapılan bilimsel bir gerçek. kanıtlanmış. her düğünde var.
  • geleneksel oyun havalarından hareketli pop şarkılarına geçişte yaşanan tutukluk: sen çifte telliyi oyna, ver gözüne ankara havasının, hatta ve hatta roman havalarında göbeğini at umarsızca; hoooop sonra "poşete yazık". zaten pop şarkıda oynamak yetenekten çok büyük bir özgüven isteyen bir şey, bir de böyle sancılı geçiş yaşanınca insanlar ikili gruplar halinde birbirinin gözünün içine bakıyor.
  • düğünde tren! insan arkadaşını iyi seçecek arkadaş. tren yaptık. kısa kesiyorum burayı, utandım.
aslında çok da anlatacağım bir konu yokmuş ama büyük harflerle, iki satır boşluk bırakarak yazdı mıydım en az 30 sayfa ederdi. önsözü, sonsözü falan derken al işte mis gibi kitap sana. neden kötü?