31 Mart 2010 Çarşamba

bedük

4 eyyorlama


bi adam böyle dört koldan pompalandı mı, "iyi bu, çok deli bişey bu, alayığız dinleyin ve saygı duyun" diye gözüme gözüme sokuldu mu, o adamdan illa ki huylanırım. kıl kaparım. mesafeli dururum. işin altında bi orostopolluk ararım.

zaten tarzım değil. rahmetli dedelerimin ikisi birden kabirlerinden çıkıp elektronik müzik eşliğinde çılgınca dans etse zerre etkilenmem, ilgilenmem. ama beni esas dellendiren "oğlum dinlemiyorsanız bile saygı duyun lan. adam çok acayip şeyler yapıyor" tribi. bu dellenme hissi 'baba zula'da da olmuştu. o kadar farklı kesimler ağız birliği etmişcesine övdü göklere çıkardı ki, ister istemez soğudum -ki zaten hiç ısınmamıştım. bi grupta iki eleman barış manço bıyığı bırakıp ince çubuktan-kap kacaktan ses çıkartabiliyor diye (ses diyorum bak, dikkat) aile büyüklerimden esirgediğim saygıyı neden hak etsinler ki? bu gruba gösterilen saygıyı herkes kendi amcasına dayısına gösterse, memlekette vasıfsız amca dayı kalmazdı lan.

şu tipte birini sevebilmem zaten imkânsız gibi. çakal gibi, yaramaz gibi. mcucucuk yapıp eliyle hareket çekecek; ensene vurup kaçacak gibi. evlat olsa sevilmez. ve asıl önemli olan, tip olarak aynı üniversitedeki ev arkadaşım. "hacı elektrik faturasını yatırmadık, bugün yarın keserler" diyecekmiş gibi. ya da "hacı gelirken bi vinston soft alsana" diye emri vaki yapacakmış gibi. sabaha kadar pişti oynadığım, sabah da beraber sınava gittiğim birine nasıl müzikal saygı besleyebilirim?

heç kusura bakmayın dostlar, ben bu insanlara (baba zula, bedük, okay temiz, ferhat göçer...) göstereceğim saygıyı mahalle muhtarıma gösteririm. hiç olmazsa ikametgah alacağımda zorluk çıkarmaz; "bozuk yoksa önemli değil yeğenim, canın sağolsun" der.

30 Mart 2010 Salı

ateş biraderime armağan olsun

8 eyyorlama
her fırsatta rapper olduğunu dışa vuran ateş kardeşe en içten sevgilerimle:



bu da bizim buralardan:



senin gibi gençleri de pistlerde görmek isteriz.

29 Mart 2010 Pazartesi

dans etmek

5 eyyorlama
dans etmem.

edilecek ortamlara da gitmemeyi yeğlerim. çünkü, az önce afedersiniz de annesine tecavüz edilmiş de onun intikam hırsıyla yanıp tutuşuyormuş gibi ciddi bir surat ifadesiyle götünü sağa sola kıvıran adamlar/kadınlar görmek, beni cümle kaînattan soğutur. bu tipleri gözünde canlandırabildin mi? askerde alay komutanının karşısında o kadar kasılmadım ben. bi rahat ol lan!

dans etmek kendini kaybetmektir bence. yani öyle olmalıdır. gözlerini boka bakar gibi kısıp, burnunu bok kokluyormuş gibi buruşturarak belini sağa sola kıvırışların, o anda bi barda değil de emperyalist güçlere karşı bir eylemdeymişsin gibi kollarını yukarı ittirişlerin, tüm varlığını karşıdaki adamı/kadını etkilemeye adayışların... neyin peşindesin it? bi bırak kendini, kayışını koparıver. bunu yapamıyorsan da zorlama kendini aga. gel, dans etmeyenler ve edemeyenler kulübümüze katıl. rezil etme kendini.

bu işi yıldız tilbe gibi gönülden yapamayacaksam hiç kalkışmam. ve kalkışmıyorum da. bir de şöyle bişey var:

28 Mart 2010 Pazar

Enerjinin korunumu...

3 eyyorlama
Şimdi efendim, aşağıda açıklamaları yer alan enerjinin korunumu kanunu diye bir kanun var. Ha, kim yazmış bu kanunu, maddesi bendi fıkrası nedir ben bilmem, beyim bilir. Benimki kulak dolgunluğu. Mühendis arkadaşlar detayıyla bilirler kopyayla geçmedilerse.

Açıklama 1:

Maddenin de bir enerji formu olduğu gözönüne alınarak, evrendeki toplam enerji miktarının değişmesinin imkansız olduğunu söyleyen yasa.

Açıklama 2:

Enerjinin vardan yok, yoktan varedilemeyeceğini, diğer bir deyişle evrendeki enerji miktarının sabit olduğunu açıklayan deneylere dayalı fizik yasası. Bu yasa aynı zamanda enerjinin bir sistemden bir diğerine, bir halden diğer bir hale transfer edilebileceğini de açıklamaktadır. Örneğin, bir baraj gölünde biriken suyun potansiyel enerjisi, suyun tribünlerden geçirilmesiyle kinetik enerjiye dönüştürülebilir. Farklı olarak, bir pilde bulunan kimyasal enerjiyi, elektrik enerjisine dönüştürmek olasıdır.

Bir de şöyle bir şey var;

İnsan yaşamı, bedenin hareket etmesini, gelişmesini, yenilenmesini sağlayan yüksek frekanslı enerjiden ibarettir. Özü itibariyle canlı cansız her cisim, atom altı parçacıklarla bunlar arasında sürekli olarak taşınan enerji paketlerinden müteşekkildir. Ancak canlılara ayırt edici vasfı sağlayan, bunların terkibindeki enerjinin yüksek frekanslı olmasıdır. Hayvanlar da bir yaşamsal enerji formuna sahiptir ancak frekansı düşüktür. Böyle olduğu için, hayvanlar da bilgi depolayabilir ama yaşamsal enerji formu düşük frekanslı olduğu için, depolayabildikleri bilgi sınırlıdır. Keza bu bilgiyi kullanma imkânı da sınırlıdır, çünkü yaşamsal enerji formu, sınırsız bilgi aktarımına müsait değildir.

Atom altı parçacıklar arasındaki enerji alışverişi, aynı zamanda bilgi alışverişidir. Enerjiyi soğuran parçacık, bunun içerdiği bilgiyi de soğurmaktadır. Ham bilginin beyin hücrelerine depolanması: İnsanın çevresiyle ilişkisi de bu yöntemle sağlanır. Enerji parçacıkları, insan vücudundaki atom altı parçacıklar tarafından soğrulduğunda, taşıdıkları bilgi, sinir sistemi vasıtasıyla beyin hücrelerine taşınır ve burada depolanır.

Burasının bilimsel bir blog olmadığının farkındayım ama az sıkın dişinizi. Birazdan saçmalamaya başlayacağım. Az kaldı.

Şimdi bu yukarıda yazanların ışığında benim düşük frekanslı yaşamsal enerji formumda şöyle bir fikir oluştu; bir sürü hayvan ölüyor, öldürülüyor, bir sürü ağaç kesiliyor veya ölüyor. İnsan nüfusuna da bakarsan nereden nereye geldi. Hepimiz enerjinin formlarıysak ve bu enerji dönüşmek suretiyle korunuyorsa o zaman bir şeylerin dönüşmüş hali olmamız muhtemel. E abilerin dediğine göre (onların yalancısıyım yeminle) bilgi de bir şekilde aktarılıyor.

Vurucu hipotezim ise şu: bunca öküz ve odun, enerjinin korunumu kanunu vasıtasıyla insan formunda aramızda dolaşıyor ki bence özellikle bazı meslek gruplarına dağılmış durumdalar. Bu meslek gruplarının ne olduğunu açıklayarak toplu taşıma ve ticari araçlarla ulaşımdan men (aslında külliyatlı dayak yemeyi kastediyorum) edilmek istemiyorum. Bilimsel serimizin yeni bölümlerinde buluşuncaya kadar esen kalın.

26 Mart 2010 Cuma

bi aksiliğimiz de yok aslında

2 eyyorlama
ismi aksi olan bir blogda hep yumiş yumiş, uyumlu, van kedisi gibi adamların olması.. nasıl desem ki, biraz şey gibi sanki.. ımmm, kontradisyoon!

ben isterdim ki, şu ortam aksiliklerle dolu nâlet bir yer olsun. sitenin sokakları küfürle sulansın, damından ibnelikler aksın, camından içeri yeni emekli olmuş adam çekilmezliği essin, nöbetçi astsubay gerginlikleri damlasın. sövülmedik tek yaşam formu kalmasın...

ama yok, yumiş yumiş adamlarız. böyle aksiliğe can kurban. şu an öyle bir gaz bulutunun içindeyim ki, baykal he dese "ıımffhh, yarısında çıktım filmin, hiç beğenmedim" diyen sinema eleştirmeninden bin beter olurdum.

gerçi, uykum geldiği için bu agresifliğim. sabahınan hiçbişeyim kalmaz. camı açıp karanlığa biraz küfredeyim.

25 Mart 2010 Perşembe

bonaventure

3 eyyorlama
'bonjuuuğğ bayan' diyen eski bir sefaret çalışanı gibi hissettim kendimi.

ismini doğru yazıp yazmadığımdan bile emin olmadığım bu arkadaşa aksi blog emekçisi olarak teşekkürü borç bilirim. kendisine bir teşekkür şiltesi vermek istiyorum; yattıkça bizi hatırlasın. ve bu berbat espriyi.

şu örümcek ağlarıyla çevrili sitede ne zaman bi yazı yazılsa, altında boane.. bovave.. bonaventure'nin yorumunu görürüz. yalan mı didim hacı? na zaman didim hacı?

teşekkür plaketi töreninin temisili fotoğrafı:

24 Mart 2010 Çarşamba

kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına

1 eyyorlama
kaza ve kadere iman. imanın şartlarını saymayı bırakalı nerden baksan 15 seneye yakın olmuş. "bizi fortumunan düverlerdi, ben sizi deyneğinen dövüyom, şükredin" diyerek arada da şükretmenin önemine değinen cami imamının koluma bıraktığı yaş değnek izlerinde bıraktım imanın şartlarını saymayı. ve yılmaz erdoğan gibi cümle kurmanın, lise çağındaki kızları nasıl etkilendiğini öğrendim, karbonmonoksit akşamlarında. ve bir yatılı okula dönüş pazar öğleden sonrasında konuyu dağıttım. lan alayımızın yazınsal geleceği aslında bu ergen hüznü edebiyatından geçiyor ama biz ciddiye almıyoruz. birer tuna kiremitçi, birer elif şafak olabilirdik. muazzam para kazanıyor adamlar. neyse.

şu yukarıdaki paragrafla konumuzun zerrece alakası yok aslında. devrik cümleye denk gelince direksiyon hakimiyetini kaybedip şarampole yuvarlanmışım.

benim içerek sarhoş olma kabiliyetim yok. yani vardır belki de, konsantre olamıyorum. rakının tadı da öyle iğrenç ki. annem küçükken (annem küçükken değil, ben küçükken) "lan bu çocukta tam berduş olacak tip var. ben en iyisi şuna susuz rakı içireyim de tiksinsin, bi daha ağzına koymasın" diye düşünüp 2 yaşında tiksindirtti mi acaba? anne milletinden her şey beklenir.

ama bi tane şarkı yeter benim beyin kontrolümü ele geçirmeye. şu başlıktaki şarkı misal. nerde olduğumu, kim olduğumu, hangi çağda yaşadığımı unutturur. allah göstermeye, o anda hipnozdan çıkıp kendimi kavalalı mehmet ali paşa bile sanabilirim. ya da shawshank hapishanesinden kaçmaya çalışan eleman olduğum yanılgısına düşüp apartmanın kanalizasyonuna dalabilirim. o derece kaybederim bilincimi.

veya müzeyyen senar herhangi bi yerin hoparlörlerinden "ben gamlı hazan" diye kulağıma fısıldamaya başladığı an, insanlıktan çıkabilirim. bu şarkılar varken rakıya neden para verilir, hiç anlamış değilim. müzeyyen senar seni tek başına sarhoş edemiyor da, anasondan üzümden yardım bekliyorsan, bi yerlerde yanlış yapıyorsun demektir.

2045

6 eyyorlama
"bugün dost yarelenmiş,
yine gönlüm hoş değil."

şu hayatta yapmaktan en çok haz duyduğum şey hiçbir şey yapmamak. zamanı durdururcasına durmak. hatta küçüklükten beri, hiçbir şey düşünmeden durma talimleri yaparım. maalesef bu konuda başarısızım. hiçbir şey düşünmesen bile "vay amk hakketen de hiçbir şey düşünmüyorum, çok ilginç" diye düşünüyor insan. bunun üzerine çalışmalarım sürüyor. zaten bu kısım daha sonra işime yarayacak.

şimdi nasıl desem, koskoca dünya var, sen de bu gezegene bir şekilde gelmiş çalışıyorsun. baya ciddi ciddi çalışıyorsun. rapor falan yazıyorsun, inşaatta kum karıyorsun, büyük kararlar veriyorsun, sınava giriyorsun, sahneye çıkıyorsun. para kazanıyorsun ki, başkasının mülkiyetinde olan şeyleri alabilesin. ee başkası bunları nasıl sahiplenmiş? o da başkalarından parayla veya zorla almış. işte bu noktada mülkiyet karşıtlığı ile türk sanat musikisinin omuz omuza verdiği noktaya geldik:

"mal sahibi, mülk sahibi
hani bunun ilk sahibi?"

bir an bu türküyü zeki müren'in sol yumruk havada ve olanca devrimci ciddiyetiyle okuduğunu düşününce konuyu değiştirmeye karar verdim.

zeki müren diyince de aklıma geldi ha, dünya müzik literatürüne ve bilimum müzik klasörlerine "rakı sofrası" kategorisini ekleyen, ikinci kadehte de yamulan türk gencosuna bin selam olsun. anısı mücadelemizi aydınlatıyor.

(bu klasör, dizin olarak da d:\müzik\yerli\rakı sofrası değilse ben de ispanyol tecrübeli file bekçisi zubiretta değilim)

bir de, her insan hayatının bir yerlerinde, bir-iki kadeh parlatıp kafaları çekmekten ziyade, bunu konuşmaktan zevk alan bir dönem yaşıyor. 18 - 23 yaş arasına denk geliyor. ben de yaşadım, sen de yaşadın. nikim yok benim, öyle formspring'lerde hava atması değil yavru kuş. şurda biz bizeyiz, gel itiraf et. amca oğlunla içtiğin o gece! hakkında hayırlısı valla.

neyse konumuza dönecek olursak, aslında yaptığın şey şu; dünyaya gelmekle hakkın olan kısmı ve aç gözlüysen daha fazlasını mülkiyetine geçirmek için çalışmak. bu yüzden en başta da dediğim gibi, benim en çok keyif aldığım şey aylaklık. milyonlarca hobisiz insandan biri olduğum için, aylaklık bana çok güzel geliyor.

şimdi aylaklık diyince de, bana en görkemli, en şaşalı, en böyle "hay yaşa yavrum be" denilecek dönem, emeklilik geliyor. tabi emeklilik diyince de, insanoğlunun ilk çağlardan beri süregelen organize olması isteğinin sonuçlarından biri olan ssk geliyor akla.

düşün! insanoğlunun binlerce yıl sonunda geldiği nokta sosyal sigortalar kurumu. ee çok rahatlıkla isyan ederim ben buna. allah belasını versin atalarımın geçirdiği evrimin de, dünya tarihinin de, sınıf mücadelelerinin de, italya 90' finalinin de. yaptığınız fransız ihtilalini skim sizin.

motto da değişen çağa ayak uydurmak ya gari, bilgi çağı ya artık, ba ba laflara bak, duyan da gorbaçov sanır, boris yeltsin sanır, scorpions'dan wind of change sanır, bu ssk bir de site yapmış. bazı bilgileri girip emeklilik tarihini falan öğrenebiliyorsun. benim aylaklığa başlama zamanıma karar veriyorlar tamam da, ben bunu internet sayfasından öğreniyorum. benden habersiz, benim geleceğimi planlıyorlar.

buraya kadar bile tahammül ederdim. ama arkadaş sen oraya emeklilik yılı olarak 2045 yazarsan, ben buna bir dur derim. dur! bir de not düşülmüş: "Bilgilendirme amaçlıdır. Resmi işlemlerde kullanılamaz. 506 sayılı Kanunun Geçici 81 inci maddesinin (A) ve (B) bentlerine göre yaşlılık aylığına hak kazanma koşulları hesaplanmaktadır." ha tamam o zaman. ohh be rahatladım. ben de şey sandım. he iyi iyi.

2045 ne ya? allah gani gani rahmet eylesin, toğrağı bol olsun stanley kubrick keşke yaşayeydi de göreydi şuncağızı. 2045 yılını konu alan bilim kurgu film bile çekilmez, biz o senede emeklilik hayali kuruyoruz. allah kısmet ederse üstümüzden arabalar falan uçacak, biz daha "ben daireye gidiyom hanım, akşama ne lazım?" diye soruyor olacağız.

ssk'nın da, 2045'in de ta... şimdi ağzımı bozdurcaklar bana. hakikaten 2045 ne ya?

dört beş daha dohuz, at o sıfırı, kaldı mı dohuz, işte mhp'nin 80. yıl dönümü kutlu ossasuna.

19 Mart 2010 Cuma

Aksi'cilerin gerçek yüzleri vol.5 - paradoksun göbeğinden gelen "nikim yok benim"

0 eyyorlama

nikim yok benim için...

(2009'un mart ayında çektirdiği bu fotoğraf kendisi hakkında her şeyi açıklıyor)

yıllardır pink floyd'u tek kişi ve hakkın rahmetine kavuşmuş sanan ben, aynı kafa karışıklığını grup laçin'de yaşamamıştım. çünkü her makul insan gibi adlarının başına bir "grup" ifadesi koyarak olası kafa karışıklığını gidermişlerdir. grup laçin, sağlamcı ve kurnaz kişilerden oluşsa da, mevcudiyetlerini sürdürebilmeleri için en çok ihtiyaç duydukları şeye, yani müzik kabiliyetine sahip olmadıkları için tarih sahnesinden silinmişlerdir.

konumuzun öznesi olan "nikim yok benim project" 2006 yılında tek göz bir html sayfada sanal dünyaya geldi. aslında "nikim yok benim" de sanılanın aksine bir kişi değil,  5 kişiden oluşuyor. bu kişilerden en cevvali, buraya yazan arkadaş. onunla ilgili bütün pislikleri birazdan anlatacağım. ama ilk önce grubun diğer üyelerine bakalım.

her başarılı grubun uyuşturucu kullandığını düşündükleri için kendileri de her türlü paf-küf işine girmiştir. ve sırf bunun için özel adam tutmuşlardır. grubun uyuştucu tedarikçisi ve en silik karakteri eduardo gonzales, tam bir kolombiyalı. şu dünyada elde ettiği tek ilginç özellik, bizim alt komşu hüseyin abi'ye benzemesi. düşünün hüseyin abi'nin bile böyle bir özelliği yok. hüseyin abi sıfıra yakın özellikle yaşamayı başaran bir adam. o yüzden eduardo gonzalez'i hor görmem ben arkadaş.
(eduardo gonzalez'in hobileri arasında kardeşini dövmek, babasını dövmek,tanımadığı insanları ilginç mekanlarda ve hiç olmadık zamanlarda çılgınca dövmek ve macar salam var. 4 adet hobi yaptığına şükür.)

grubun üçüncü ve en sevimli üyesi alf'tir. alf, 90'larda bir dönem popülarite yarışında hakan peker ve yonca evcimik ile başabaş gitse de, bir süre sonra foyası ortaya çıkmış ve içinde insan olduğu anlaşılmıştır.(yani 4 koca sezon onu hakikaten uzaylı sanan benim tarafımdan.) alf'i yine de o haliye kabullenen nikim yok benim, kendisini "sen abi orada hiç bişeye karışmadan dur, aman abi kablolara basma" göreviyle istihdam etmiştir. grubun günah keçisidir alf.

(alf'in cem özer'in özbeöz oğlu olduğu tartışmaları hala devam ediyor.)

geldik grubun en saf, en temiz üyesine: Ø. keh keh. tabi burada bu nükte hoş olmadı ama, bunu mühendislik fakültesinde yapsam; öğrenciler T-cetvellerini yerlerde sürüye sürüye, resim-iş klasörlerine vura vura gülerdi. insan konuşması gereken zamanı bilecek arkadaş.

neyse, alf'ten boş küme işaretine kadar geniş bir spektrumda üyesi olan bu grubu bir arada tutmayı başaran şahıs ise burada yazan arkadaş, akın yok benim. aksi blog ki, bugüne bugün 40 izleyici (bu 40 izleyicinin 11'i buradaki yazar arkadaşlar) + bahçelide bir cafédeki 4 okuyucu ile birlikte büyük bir tarikata, bir ibadet ritüeline, bir duran top organizasyonuna dönüştüyse, birazcık da bu arkadaş sayesindedir. zira kendisi, bu blog'un en istikrarlı yazan arkadaşlarındandır. bu kadar.

veli toplantısında hocanın babama, akşam da babamın da bana yaptığı gibi, yavan övgülerden sonra sıra geldi esas meseleye. yani, adamı hicvederek mahvetmeye, yerin dibine sokmaya.

kendisiyle tanıştığımızda aklında bir site kurmak vardı bu arkadaşın. o gün bugündür, her gün bana internetten bulduğu yeni bir tasarımı sunarak, bir tartışma açıyor, sonra da nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kalbimi kırmayı başarıyor.  o kadar uzun zamandır bunu yapıyor ki; sanki kendisinden önce "aklındaki site kurma fikri"yle tanışmış gibiyim. annemden, babamdan çok görür oldum kendisinin "aklındaki site kurma fikri"ni. yani gün geçmiyor ki, sağdan msn'im yanmasın ve bana bir tasarım göndermesin.

bir diğer özelliği ise, acaip derecede yalan söylemesi. öyle anlarda o kadar güzel yalanlarla seni kandırıyor ki... hani bir anda haklı pozisyondan suçlu pozisyonuna oradan da misyoner pozisyonuna kadar götürebiliyor. kısaca, yalanlarıyla adamı ayakta sikiyor.

misal, geçen gün şöyle bir diyalog geçti aramızda:

+ abi ben sitede şöyle bir değişiklik yaptım.
- olm siteyi açtın mı sen?
+ ohooo, kaç kere söylicem, iplemiyorsun ki bizi. [kontratağın başladığı an]
- haklısın abi, çok büyük şerefsizim ben. [yengilyi kabulleniş]

yalnız, yiğidi öldür, hakkıyı sik, sormazlar mı adama bu memleketin raptızatptı sen misin diye?

18 Mart 2010 Perşembe

ulan bu adamı da üzdünüz ya!..

3 eyyorlama


insanın içini ısıtan gülümseyişine alıştığım sayın başkanımın gül yüzünün şu üzgün hâlini de gösterdiniz ya, alayınız topsuğuz la! eve yorgun gelmişim, kafamın içinde kediler türlü etkinliklerle mart ayını kutluyor, zaten karmaşık olan kafam birazdan aşk-ı memnu dizisinin sırlarına yoğunlaşacak ve büsbütün dumanlar çıkaracak. durum buyken, 'biz mutlu değiliz ama, şu başkanım mutlu, o yeter' diye yüreciğime sular serptiğim adamın ilk kez gülümsemeyen fotoğrafını görmek.. aahh, bu nasıl bişey!



çok ayıp ediliyor başkanıma. hep işte, bu öğrenci milletinin anarşikliğinden, gominisliğinden kaynaklanıyor. sen geceni gündüzüne kat, şehrin için çalış, aldığın karşılık bu olsun! nasıl da hüzünlü, kırgın bakıyor otobüsün camındaki anarşik işaretine. canım yhaa..

12 Mart 2010 Cuma

elime düşen şarkının bokunu çıkarırım

0 eyyorlama
başlığı böylece bırakıp, şurdan kuzey çevre yoluna çıksam; koşarak uzaklaşsam da soluğu bolu il sınırında alsam, hiç kimse hiçbir şey kaybetmez. yani o kadar açıklayıcı bi başlık. az ama öz konuşan adamın kesinliği ve netliği çok net şekilde görülebiliyor. ama işte, benim en büyük olayım bu, bokunu çıkarmak.

ortaokulda (ya da orta okulda) her öğle paydosu öncesi tüm sınıf hep bir ağızdan ilahi söylerdik. evet, öğrenimime küçük bir rahibe adayı olarak, sümele manastırında devam ediyordum. ya da pınarbaşı imam hatip lisesi'nde, küçük bir imam adayı olarak. sana hangisi daha mantıklı geliyorsa bebeğim...

millî görüşün şahlandığı dönemler. imam hatip yurdundan çıkıyorum, milli gençlik vakfının evine akıyorum; mücahitlerin savaş videolarını heyecanla izleyip, dosdoğru nurcuların yurduna. orda abilerle ders çalışıp ve de sevişmesiz karate filmleri izleyip tekrar imam hatip yurduma dönüyorum. yaz tatili geliyor, kur'an kursuna süzülüyorum filan. aman yarabbim, öyle bir hoca olacam ki, yok böyle bişey. ha işte, o dönemde her öğle paydosu öncesi sınıfta ilahi söylenirdi. benim favorim 'karanlığın ortasında' isimli eserdi. ben bunu ezberime bir aldım, bir daha da bırakmadım. ilahiyi yazan adamdan çok söylemişimdir. sesim güzel olsa okulun ve de aynı zamanda ilçenin ilahi grubunda yerim garantiydi. aynı tonda bir de 'bu hafta olmasa gelecek hafta, canını alacak ölüm meleği' şeklinde bir nakarata sahip olan ve dinleyenlere yalın bir dille azrailin her daim buralarda takıldığını anlatmaya çalışan bi eser daha vardı. bu ikisi favorimdi. bak yazdıkça hafızam zehir gibi çalışmaya başladı. üst sınıftaki sarı çocuğun muazzam söylediği 'allahu allah' vardı bak, o da iyiydi.

daha evvelden, ilkokulun başlarında coşkun sabah ve udu çok meşhurdu. hele bi "anılar" parçası vardı ki, hey yavrum hey. 7-8 yaşlarındaki beni anılar anılar diye diye hüzünlere salardı. götümün bokuyla neyin anısıysa artık! anne karnını mı özlüyordum, içten içe reenkarnasyona mı inanıyordum nedir... bu şarkıyı öyle sevmişim öyle içime yer etmiş ki, yemin ediyorum şu gün traş olurken sakallarımla beraber coşkun sabah'ın udunun telleri de lavaboya dökülüyor.

kanaatkâr bi adamım. tek şarkıyla bir yılı geçirebilirim. "uğla uğla niyazi, yiyeceymisun beni" türküsüyle ilkokul dördüncü sınıfı bitirdim.

lise başlarında, yine yatılı okulun verdiği melankoliyle ve mahalledeki abilerin telkinleriyle müslüm gürses'i ve biraz da ferdi tayfur'u içeri buyur ettim. uzun süre de bi yere salmadım adamları. sabah kalktım dinledim, sıçarken dinledim, dişlerimi fırçalarken dinledim, uzun saçtan dolayı müdürden kesik yiyince efkarlandım dinledim, gece yatarken dinledim, reno 12 arabanın içinde ilk biramı böbreklerime salarken dinledim. kaseti kalemle geri sararak defalarca dinledim. içimi öyle bir hüzünle doldurdum ki, bir avuç gözyaşı doldu elime/en acı sitemler geldi dilime/pişmanlık duyup da kendime/oturup ağladım çocuklar gibi. ve bunu yaparken zaten çocuk sayılırdım.

o arada, ben dönem dönem böyle tek şarkıya/şarkıcıya kendimi esir ederken memlekette pop müzik patlamış. akranlarım kıl oldum abi'lerle, bu kız beni görmeli'lerle modern dünyaya köşesinden dahil olurken ben mahalleme, kahveme, müslüm'e cengiz'e ümit'e deliler gibi sadık kalmışım. şimdi dost meclislerinde 90'lar popundan söz açılacak da 'ehe ehe, sinan özen de pop söylüyodu değil mi' diye ortamdan soyutlanacam korkusuyla yaşıyorum. buna da yaşamak denirse...

lisenin sonuna doğru işte "hulen bak yarın öbür gün üniversite okuycaz, elin şehirli bebelerine taşak malzemesi olmayalım. disko gençlerinin arasına düşmüş talihsiz gencebay orhan gibi olmayalım" diye rock müziğe dadandım ve onun da bokunu çıkardım. sabahlara kadar, solistinin ne didiğini davulcusunun bile anlamadığı kuzey avrupa metal gruplarıyla aha böyle ağzım açık, gözlerim kan çanağı birlikteliklerim oluyordu. pazartesi sabahları istiklal marşını brutal tonda söylemeye başlayıp müdür yardımcısından zopa yediydim: ses veriyorum: khoorkhmğaaarrhh!

mavi sakal'ın iki yol şarkısını haftalarca usanmadan dinlediğimi bilirim. "bir ay doğar ilk akşamdan geceden, neydem neydem geceden" türküsünü de; nilüfer'den kavak yelleri'ni de. benefit derler bir grubun sex sells diye parçası vardı bak, pazarlama yönetimi derslerinde hep onu söylüyordum. bi ara feridun düzağaç'tan daha dipteydim, sondaydım, depresyondaydım. teoman'dan daha paramparçaydım, parça pinçiktim.

yeniliklere kapalı biriyim galiba. bi şarkı 3 ay götürüyor; bi lokanta 5 yıl, delgado'nun tek golü 3 yıl, bi çorap 2 hafta, bi yâr 8 yıl (gerçi çorap mevzuu ortaya çıkarsa her şey değişebilir)

11 Mart 2010 Perşembe

kot sorununa demokratik çözüm arayışlarım

0 eyyorlama
amerika birleşik devletleri'ndeki kansas veya teksas eyaletinde helikopterle çekilmiş kovalamaca görüntülerini siz de benim kadar saçma buluyor musunuz? neymiş efendim, hırhız arabayı yürütmüş de, ondan sonra karşı şeride geçmiş de, arabaya çarparak veya takla atarak durmuş da bilmem ne... bir de bu görüntülerin finali hep aynı amk. kot ceketli esmer biri elleri kafasının üzerinde dışarı çıksın, sonra polisler elleri tetikte ve çömeşik düzende gelsin, adamı tutuklasınlar. çok fiks! biz de yedik.

ulan birisi de arabada "memur bey valla hasta var arabada, acil durumdu" mu demez? "ya ehliyeti yeni aldık biliyong mu amirim, kafa karıştı tabi" de mi aklına gelmiyor? yahu en azından "çorbada bizim de tuzumuz bulunsun" ile rüşvet göndermesi yap be adam. sen ki en pislik aksiyon filmlerine taş çıkarıyorsun, ama yakalanır yakalanmaz da pes ediyorsun. neden? çünkü bütün özgüvenini, alt ve üst egolarını sildi süpürdü; idini kaybettirdi sana o kot ceket. id ürür, ceket yürür yavşak!

bir de kot gömlek siki çıktıydı bi ara. aboooooov, o neydi la öyle? valla zamanının yök'üyle ben başkan olsam, kot gömleklileri üniversitelere almazdım. açıklamasını da "sktirtmeyin tarzınızı. insan gibi giyinin gelin. analarınız babalarınız okuyun diye gönderiyor, siz sirserilik peşindesiniz" şeklinde yapardım.

ama bu ülkedeki en hakiki sorun, kot pantolon alınırken yaşanan hayal kırıklığıdır. eğer kot almayı kafaya koyup, markasını, modelini belirlemediyseniz yandınız. çünkü o kafanızda yarattığınız ideal kot pantolonu bulmanız hayalden de öte, güzel bir rüya. uyanın artık.

ilk başta, tezgahtar boncuk işlemeli, seyrantepe-gültepe minibüs hattında çokça göreceğiniz kotları çıkaracak sizin önünüze. bu bölümü kolay geçersiniz. bu sefer, dünya üzerinde en çok iştah kapatan nesnelerden olan ispanyol paça kot pantolonları dizecek. şanslısınız ve "ı-ıh bunlar da olmaz" diyebildiniz. ama bitmedi; bazı bölgeleri hoyratça taşlanıp, diğer tarafları bırakılmış; vahşi martı sarıyerspor formasına benzeyen mavi/beyaz kotlar inecek raflardan. hadi onu da atlattınız, sağından solundan yırtılmış, 90'lı yıllara damgasını vuramayan "pop saati" kliplerinden fırlayan kotlarla başbaşasınız. şimdi karar verme zamanı. "yeaa bunlar da olmaz" diyecek veyahut tezgahtarın küfürbaz bakışlarına aldırmayıp dükkandan çıkacaksınız.

devam ederseniz bölüm sonu canavarı olarak insanı adeta düdük gibi gösteren, paçaları çok dar punkçı kotları sizi bekliyor olacak. hayır, o kot pantolonlar iç kotu lan. onu içine giyiyorsun, paçaları da çoraba sokuyorsun, üstüne başka bir pantolon giyiyorsun. öyle bir şey o. yani benim öyle bir kotum olsa, içime giyering. ohh soğuk havalar için birebir. ama o dar kotun içinde pişik değil yanık bile olabilirsin ve taşak kebabına çözüm asla pudra olmaz. ayran dökeceksin, ayran!

neyse bunu da aşarsanız, en sonunda azgın mario'nun prensese ulaşması gibi normal kotlara ulaşacaksınız. normal. bir normale ulaşmak bu kadar zor olmamalı. veya zor ulaşılan bir normal olmamalı. bilmiyorum.

bu soruna demokratik çözüm ise yok aslında. direktoman IV. meşrutiyeti ilan ediyorum. ("III. meşrutiyeti bilmiyorum ama IV. meşrutiyet taşlarla sopalarla olacak" ibrahim müteferrika) tedbili kıyafet halk arasında dolaşıp, bu tür kot giyenlere pandik atacağım. tabi bazı kotların pandik geçirmezliğini bir kenara not ettim.

hadi gazamız mübarek olsun. imza: egeli trafik polisi.

6 Mart 2010 Cumartesi

Aksi'cilerin gerçek yüzleri vol.4- rapper zombie

2 eyyorlama
rap müziğe (bak müzik diyerek bile yüceltiyorum bu saçmalığı, sırf senin güzel atırın için beya) sadece bikaç aylığına meraklandım. üniversitenin başlarında, o meşhur metalci-rapçi savaşlarının (savaşa bak lan, işsizlik güçsüzlük nelere meylettiriyor) kızıştığı dönemde 'ulan bu kadar sayıp sövüyoruz da, neciymiş bu rap denen nalet; bilip bilmeden her lafı geçtiğinde ağza alınmayacak şeyler söylüyoruz. belki iyice bişeydir' diyerek, gencecik insanların göt üstünde dönmeye gayret ettiği parklara dadandım.

her ne kadar, bi insan evladının götünün başının üstünde topaç gibi dönmek için bu kadar hırslandığını anlayamasam da 'alternatif iyidir hacı' diyerek ufak bi sempati beslemeye başladım. evet, o zamanlar hakkaten de alternatifdi. nefret diye de bi grup vardı bak... sempatim o kadarcık sürebildi. sonra kürklü madalyonlu irice zenciler tüm ekranı kaplamaya başladı, bin beter oldu.

yukarıdaki iki paragrafın anlatmaya çalışıp da beceremediği mesele şu: nicki rapper olan bi insanı sevmem, pırasayı sevmem kadar uzak bir ihtimaldi.

rapper zombie.. ya da rapper ninja. ya da iluvninjas. kim bu adam?

bruce lee'li filmlerde takılıp kalmış bir çocuk-adam mı? arkadaşım, biz de sevdik zamanında. biz de ağzımız açık izledik. hatta, vücudumun iki yerine tırnaklarımla pençe izi yapıp kanatmış biriyim ben. ama orda kaldı. 30 yaş eşiğine taşımadım. orda bıraktım aga. içimdeki çocuğu yılan tekniğiyle vurarak öldürdüm.

o, kartelci medya çarkının en küçük dişlisi. akşama kadar mailing yapan kadınların arasında bitse de gitsek diye zaman geçirmeye çalışıyor. ama zaman geçmiyor, bitmiyor, gidemiyor.

o, sözlük camiasında kendine üst sıralarda bir yer edinmiş. ama bi sor, nasıl? sayısını kendisinin de unuttuğu fake hesaplarla mı? kendine hayran ettiği genç kızların desteğiyle mi? sözlük yönetimiyle ahbaplık ederek mi? d) hpsi mi?

o, reklamcı olmayı kafaya koymuş ama asla başaramayacığını -ki, kendisine sık sık gaz versem de, şu an gerçekleri konuşuyoruz- bilmeyen..

o, gizli bir adnan şenses hayranı.

o, açık bir tomakinler hayranı.

o, düzenli olarak msn listelerinden silinen.

o, apaçık bir tuna kiremitçi hayranı.

o, yarı açık bir gökhan zan fanatiği.

ve en önemlisi, o daha askerliğini yapmadı. ahahaha, bu da ona azap olarak yeter.

5 Mart 2010 Cuma

paranoyak pollyanna

0 eyyorlama
böylesine aliterasyonik başlığı heba etmeden "hadi selamün aleyküm" diyip yazıyla vedalaşmam gerekiyordu. çünkü ben şeye çok özeniyorum, hani böyle akademik ve steril yazılarla polemik yaratan insanlara...

babam: oğlum öyle kavgacı şeylere özenme. kendini sevdir insanlara.
ben: ne yani, sigaraya başlayacağıma, kahve köşelerinde sürteceğime, polemik yaparım. sence de daha iyi değil mi?
babam: tamam yap ama, derslerini etkilemesin.

mevzuya ufaktan girelim. bugün asansörde, beyaz badi üzeri kırmızı süveteri ve ayak bileklerine kadar uzanan kot eteği ile bir kızın arkadaşına "try your best" dediğini duyduktan sonra çok sinirlendim. hayır, böyle manzaralara alışkın bir insanım. bu gözler; abimin bol eşortmanüstü ve ondan çok daha bol kotunun altına giydiği bilekli beyaz spor ayakkabılarla; sünnetimde çifte telli oynadığını gördü. görüntü, giyim tarzı asla sorun değil benim için. abimin mc hammer olmadığını not olarak ekliyorum.

ama, o giyim ile tavırlar birbiri ile tutmalı. "hayırlısı neyse o olsun", "allah güç guvvat versin" diyecek diller "try your best" dememeli. kapalı alan fobimin üzerine halüsinasyon gibi indi karı şerefsizim. şakağında kıvırcıklanan saçlar ile gözlüğünün uyumuna bakmadan "try your best" dedi yaa. normalde kapalı alan fobisi olmayan adam, o manzarayı abdi ipekçi spor salonunda görse, klastrofobinin en güzel örneklerini sergiler, dış basında ses getirir.



neyse. konuyla alakasız gibi olacak ama, daha sonrasında bağlayacağımı umarak başkabir mevzuya değineceğim. bu dünyada honduras milli marşı kadar ilginç bir şey varsa - honduras milli marş senin neyine, o da nobel ödüllü edebiyatçının, dombalak futbolcudan bozma kahvehane ülkücüsünden "akıllı ol" uyarısıyla karşılaşmasıdır. hayır siyasi bir derdin varsa, anlatırsın düzgün şekilde. adam daha ne kadar akıllı olacak lan?

çelişkiler ülkesiyiz. bir tarafımız çok iyimser, diğer yanımız korkudan gölgesine düşman kesilecek derecede manyak.

misal, türkiye'nin jeopolitik konumu ve bor madeni potansiyeli, bu ülkede kahvehanelerdeki geyiği harlamasından başka bir boka yaramadı zannımca. gerçi o dönem bile geçti. günümüzde, bor madeni konuşulmadan aylar - yıllar geçiren kıraathanelerin sayısı binlerle ifade ediliyor. durum o kadar vahim. artık yeni trend, dünyayı yöneten 7 aile geyiği. geçen gün, berberde saçlarımı kırptırıyordum, berberin sebepsizce "dünyayı 7 aile yönetiyormuş" demesiyle, benim boynumdaki önlük ve coğrafya dersinde gece-gündüz örneği verebilecek görsellikteki saçlarımla dükkandan fırlamam bir oldu. hayır tavır şu: "dünyayı 7 aile yönetiyormuş. benim yeni haberim oldu amına koyayım".

ben galiba yazıyı bağlayamayacağım. zaten bi boka benzemedi yazı da. en başta demem gereken şeyi, şimdi diyorum:

"hadi selamün aleyküm".

2 Mart 2010 Salı

polisten jandarmadan ölesiye tırsarım

0 eyyorlama
bundan önceki hayatımda azılı bir kanun kaçağı, bir haydut yahut bir ortaçağ tecavüzcüsü müydüm bilmiyorum ama, polis jandarma mahkeme devlet gibi kavramlar çok pis tırsıtır beni.

bunda sürekli "oğlum bak, bi boklar yiyip de kapıma polisi dikme" diyen ve hayattaki tek nasihatı da bu olan babamın etkisi olabilir. hatta olmuştur da.

evin önüne gelip megafonla bağıran seyar satıcıyı duyunca bile elim ayağım titremeye başlar. aha derim, polis binayı sardı. teslim ol çağrısına ateşle karşılık verdi diye delik deşik edecekler derim.

allah devletin eline düşürmesin aga, her şey olur.