31 Aralık 2009 Perşembe

Yıl Sonu...

4 eyyorlama
Uzun soluklu bir ara. Nedeni malum KSK'ya teslim olalı 5 ay oldu ve üzerimdeki Türk Malı damgası 7 ay daha benimle beraber.

Ortadoğu da yılbaşı kutlamak da varmış...

Neyse yıl sonu devir teslim işlerini bitirin, 2009 da söylemeniz gereken sevgi sözcükleri 2010 a devretmesin, küfürleri bu yıl içinde bitirmeniz gerekiyor onun devri yok bütün telefon kampanyaları gibi(birden kendimi sevgi pıtırcığı hissettim). Bu geceyi İzmir, İstanbul ve Ankara'dan birinde sevdiceklerle efesleri buluşturarak kutlamayı ne kadar çok istediğimi az çok tahmin edersiniz, ama dediğim gibi bu sene biraz uzak kaldık.

Hayatımın KARE AS'ına, yazarlarımıza, okurlarımıza ve tüm sevdiklerimize gönüllerince bir yıl dileğiyle...

Gece saat 00:00 da ortak paydada buluşmak üzere.

Bi de unutmadan hepinizden önce giricem 2010'a ben bi bakayım ortam güzel değilse çağrı atarım siz girmezsiniz.

gogili arkası #1

1 eyyorlama
anamdan babamdan çok gördüğüm google'un "analytics" aracı sayesinde, aksi sözlük'e google'da nelerin aratılarak geldiğini görebiliyorum. ve hitap ettiğimiz kitleye uygun cevapları veremediğimizi düşünüyorum.

bu yüzde, arada bir, google aramalarına göre burada bazı cevaplar yazacağım. bugünün konsepti: cinsellik.

burada bir noktaya parmak basmadan geçemeyeceğim. yazarlarımızdan deatly, bu ülkenin cinsellik hayatını haydar dümen'den daha çok etkiliyor. kendisine teşekkürü bir borç biliyorum. öyle adamlar çekmiş ki siteye, ben korkar oldum yeminle. işte deatly'nin şu yazısına gelen google aramaları:


"ceviz 69 porno" aratan arkadaştan korkarım ben. geçtim insanı, geçtim hayvanı; artık bir kabuklu kuru yemişe muhtaç hale gelmiş ülke gençliğinden korkarım. hadi cevize de hallendin diyelim, arkadaş hala fantezi peşinde, arkadaş hala pozisyon zenginliği derdinde. yani nasıl bir hayal gücü var bilmiyorum? yoksa, google sincaplar için de bir arama motoru mu çıkardı?

gene, muhtemelen aynı dürzü, "badem porno" şeklinde aratmış. bu adamın en büyük hayali bir kuruyemiş dükkanı açmak galiba. yavşağın nohutta leblebide falan gözü yok, gayet eli yüzü düzgün çerezlerle takılıyor. elitist yaklaşımlar sergiliyor galiba.



"kırmızı çeketli asker pornosu"... kelimeler kifayetsiz kalıyor. bu kadar spesifik arkadaşları sitemize uğramış olmasından dolayı kendimi sorguluyorum. asker pornosu arkadaşı kesmiyor, kırmızı çeketli olacak. arkadaş asker dediğin, kamuflaj giyer en olmadı haki giyer. gerçi arabeskçiler dışında, kırmızı ceket giyen başka bir meslek grubu da düşünemiyorum.

şimdi bu adamın, böylesine özel br videoyu cinsel ihtiyacı için aradığını tahmin etmiyorum. sanki bu adam, dünyaya geldiği gün, bir menü açılmış ve buna görevi bildirilmiş: "kırmızı çeketli asker pornosunu bul. onu bulduğunda, bir cd'ye çek ve görevi tamamla. bunun için sana 275 yıl veriyoruz. bu zaman içinde bu videoyu bulamazsan öleceksin."

275 yıl az vermişler bence.

son olarak, en favorim bu:


"son seksler" aratarak aksi sözlük'e gelen arkadaşı tebrik ediyorum. büyük ihtimalle, şu ana kadar dünya üzerinde gerçekleşmiş bütün sekslerden haberi var. ve her gün, kendini "son seksler"i arayarak güncelliyor. acaba, bir haber portalında şöyle bir sayfa mı bekliyordu:

son seksler:

22 aralık 2009, saat 15:19, bolivya : pedro ve emily almaguer çifti, toplam 22 dakikalık bir sevişmeye imza attı.
22 aralık 2009, saat 15:20, türkiye: bir gencimiz, annesinin evde olmamasından dolayı, yaniiii. tam seks de sayılmaz tabi ama bir cinsel aktivite var.
22 aralık 2009, saat 15:21, senegal: kırmızı ceketli bir asker, başka bir kırmızı ceketli askerle sevişti. toplam 45 dakika süren bu seksi, bir beta max video kasete kaydettiler. [ah talihsiz garibim, bunu oynatacak video kalmadı]

ah ah, üstten de flaş haber geçiyormuş: "kuruyemiş üreticisi tadım fabrikasında facia: kimliği belirlenemeyen bir genç, kuruyemiş fabrikasına saldırdı. can kaybı yaşanmazken, 15-16 yaşlarındaki zanlı 300 tl'lik ceviz ve badem ile birlikte kayıplara karıştı. detaylar birazdan."

ileriki günlerde "gogili arkası" serisi devam edecek...

30 Aralık 2009 Çarşamba

yabancılaşma: yumruk şov

0 eyyorlama
geçen ay, yumruk şova yabancılaştım.

***

yumruk şov'u herkes bilir herhalde. tribün, maçtan önce,

[flamenko melodisiyle]
#laylala laylala laylala layla!
laylala laylala laylala layla!
laylala laylala laylala layla!
er-han şen-türk#

... diye erhan'ı çağırır. erhan da, maçtan önce ısınan gruptan kopup, koşa koşa tribün önüne gelir. o esnada tribünden "hhooooouuwğğ" diye bir uğultu çıkar. erhan gelir ve yumruğunu tribüne üç defa sallar. tribün o an zevkten kendinden geçmiş şekilde, her bir yumruğa "oley!" ile karşılık verir. en son tribünden çıkan alkış sesi:

"şızıkşıkşızıkşıkşıkşızık"

***

olaya ilk başta, futbolcu tarafından, yani defansın bel kemiği, tecrübeli isim erhan şentürk tarafından bakalım. erhan 32 yaşında, evli ve 2 çocuk sahibi. futbolunun altın çağlarını yaşıyor, adeta takımını sırtlıyor ve tribün onu çok seviyor.

ama bu adam, evli ve çocuklu olmasına rağmen, yaşı dolayısıyla ağırbaşlı olması gerekirken; sadece bir tribün bir çok laylala.. silsilesinden sonra ismini söylediği için, çocuklar gibi şenleniyor, yaldır yaldır tribüne koşuyor, hatta çok gaza gelirse reklam panolarından aşıyor ve tribüne yumruk sallıyor.

ulan futbolculuk işte bu yüzden zor. taraftarları gözetirken, yarak gibi işler yapmak durumunda kalıyorsun. ben valla yapamam, utanırım. elim ayağıma dolanır lan. halamgili, annemin dedikoducu teyzekızlarını falan düşünürüm. onların, televizyon başında kendilerinden geçe geçe, başörtülerini düzelte düzelte, kızara kızara, hamur işi menşeili göbeklerini hıplata hıplata güldükleri aklıma gelir, iyice takatim kalmaz, elden ayaktan düşerim.

çok özenmişimdir, umarsızca tribüne yumruk sallayan futbolculardaki özgüvene ve medeni cesarete.

***

bir de işe tribün boyutundan bakalım. zaten binlerce kişi toplanmışsın, betondan bir yere. maçtan önce kendi futbolcuya moral vermek, rakip futbolcuya da korku salmak istiyorsun, onu da anlıyorum.

ama birader, bu söylenmesi zor melodili, bir de zıplayarak söylediğin tezahurat ile adamı çağırınca ne olacağını zannediyorsun? futbolcunun içinden "ooooh yomrik şovumu da yaptım, sağ kanatı koridora çeviririm artık" dediğini mi düşünüyorsun?

bir de, zıplarken nefessiz kalıyorum ben.. valla benden çıkan ses şı "hıllıllılll... hıllılılı... hıllılıı.. her-han şen-türk! çip çip çip". tansiyonumu ölçüyorum.

***

işte bu yüzden yabancılaştım caaanım yumruk şova. artık benim için, bir tribün ritüeli bitmiştir. hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.

ama aranızda, tribüne yeni gelmek isteyen olur, ben de eski açıkta olurm da tezahüratın başında içinden "flamenko melodisiyle..." derken birini duyarım, işte o zaman hayata bağlanırım.

25 Aralık 2009 Cuma

v. murat

2 eyyorlama

v. murat veya v for muratti. hangisini derseniz diyin, osmanlı hanedanı arasında en sempatiği budur kanımca. bir adamın üzerine, hele hele sanatçı hassasiyeti olan bir adamın üzerine bu kadar gelinirse, neler olabileceğinin kanıtıdır, beşinci murat. dünya malında tahtta koltukta gözü olmayan, durduk yere eflak-boğdan'ın herhengi birine saldırmayan, derebeyliklerin karısına kızına sulanmayan tam bir beyefendi.

hikayesi biraz gariptir bu padişahın. kendisi, ailesi tarafından el bebek gül bebek yetiştirilmiştir. o piano dersi senin, bu franzsızca dersi benim kültürle yüklenmiştir. çırağan sarayı'ndan dışarı adım atmamış, bir önceki murat gibi tebdili kıyafet ortaköy'e gidip bir kumpir yiyip, köprü ve camiyi kadraja alıp fotoğraf bile çektirememiştir. şehzade de olsa, bir çocuğun üstüne bu kadar gidilmez ki kardeşim.

gerileme dönemi'ndeki her padişah gibi, abdülaziz tahttan indirilince, görev hali hazırda ikinci abdülmecit'in oğlu olan v. murat'a düşmüştür. işte bu cancağızımın sempatikliğine sempatiklik katan gelişmeler bundan sonra başlar. taht stresiyle, insanlarla uğraşma gerilimiyle, bir yiğidin  gün be gün, toplam 93 gün nasıl eriyip gittiğini hep beraber görelim.

tahtın stresiyle iyice gerilen v. murat, biat ve cülus töreni adı verilen tahta çıkma merasimine bir gün geç kalınca, askerler tarafından tutuklanacağı korkusuyla iyice depresyoan girer. girer girmesine de, arkadaş bir tane vezir, bir tane sadrazam çıkıp da "hünkarım, siz padişahsınız, tabiri caizse ortamların kralısınız. biraz relax, oh yeah a little fun" dememiş midir? dememiş işte. ayrıca işin ilginç tarafı, insan tahta çıkma törenini nasıl unutur ya? hayatını etkileyecek bir gün. öss'den daha önemli lan. ev ödevi mi oğlum bu? işte v. murat'ı tatlı yapan da bu samimiyetidir.

+ yea ben dün tahta çıkacaktım ama unutmuşum.
- kendini de unutsaydın.
+ işte ben de onu diyorum.

ertesi gün, "anaaaam" ifadesiyle, cübbesini giydiği gibi yaldır yaldır, şu an istanbul üniversitesi merkez kampüsü olan, seraskerlik binasına gitmek için yola koyulmuştur. çırağan'dan beyazıt'a deniz yolculuğu yapılacaktır. oysa ki, beşiktaş sahil yolundan yardırsa, hem daha az yazardı hem de kafasını bir nebze dağıtmış olurdu. ayrıca, arabayı kendisi kullanır, hem bir yandan bağırır, hem de direksiyona vururdu, behlül gibi.





illa gemi diye tutturursa, yapılmayan iş değil ya, bir kere de onun için yapılır, gemiler karadan yürütülürdü. ama işte, güverteden caara içmenin keyfi de ayrı olur demiş, deniz seferini tercih etmiştir kendisi.

aksilik bu ya, tam rıhtımdan çatana adı verilen kayığa bineceği sırada, deniz dalgalanmış, stresine stres, depresyonuna depresyon katmıştır. iyice huysuzlanan müstakbel padişah, çatanaya zorla bindirilmiş. adeta gözaltına alınır gibi gururuyla oynanmıştır.


( v. murat'ın çatana'ya temsili bindirilişi)

nihayetinde kazasız belasız, seraskerlik binasına çok şükür gelebilmiştir. tören, v. murat'ın fenalaşması yüzünden kısa kesilmiş; program, düğünlerdeki takı töreni benzeri tebrikleri ve hedayeleri kabul etme şeklinde gerçekleşen, gayri müslim ruhanilerin huzura alınmasıyla devam etmiştir.

tabi, v. murat bugüne kadar ruhani mi görmüş? lan bana bile ismi korkutucu geliyor, ruhani. aniden beliriveren ruh gibi. ruhanilerde efendi gibi bir takım elbise giyip, bir kravat takmak yerine, geleneksel kıyafet ve kostümleriyle, sanki 23 nisan gösterilerine gelir gibi gelince, v. murat iyice kafayı kontraya bağlamıştır. allaşkına, bir insanın üzerine bu kadar gidilir mi? naha size o ruhaniler.


lan ben o an, bu taifayı gördüğüm an "abi yemin ederim sizden korkulur haa. skerim tahtını da, kavuğunu da, avusturya macaristan'ını da.. bağa para mı veriyorsunuz ipnalar. yarın bir gün zaten zorla tahttan indirileceğim. bir insanın üzerine bu kadar da gelinmez ki. hacı abi, allasen çıkar şu kapüşonu. senin de belanı skerim" diyip, korkak adamın sinirine keserdim. ama v. murat sempatik bir insan olduğu için, bunu bile yapmamış, sadece oracıkta bayılıvermiştir.

ayrıca, padişahların cuma namazına gittikleri cuma selamlığı sırasında, artık sıcaktan mı bunaldı rahmetli veya bir kaçış yolu mu gördü bilinmez, kendini sarayın havuzuna atmıştır. don-çorap ne var ne yok ıslanmış, yüzü kızarmış, havuzdan çıkan bir padişah görüntüsü kadar ilginç bir görüntü olamaz bu dünyada. neyse.

birkaç gün sonra, devrik padişah abdülaziz'in ölüm haberiyle iyice kendinden geçen v. murat, uzun yaz tatillerinde sıkıntıdan tavana bakan çocuklar gibi gözlerini altın işlemeli avizeye dikmiş, ve günlerce gözünü ayırmamıştır. odaya girenlerin ilk tepkisi "alla alla, bayağı pahalı bir avize galiba" olmasına rağmen, durumun vehameti anlaşılmış, 93 gün sonra da artık eskisi gibi olmayan v. murat tahttan indirilmiştir.

işte bir padişahın hazin hikayesi. öyle araştırmadan bilmeden, hemen padişah olmaya kalkmayın. (tedbirli anne tavsiyesiyle bitiriyorum)

çocuk

0 eyyorlama
insanlar çocuklarını nasıl zaptedebiliyorlar, anlamış değilim. çocuk, doğası itibariyle, laf dinlemeyen bir mahlukattır. insanoğlunun vücudunda 5 yaşına kadar, aldığı doğru talimatları tersine çevirerek (inverter); yanlış talimatları da yükselterek (amplifier) beyne ileten bir organ vardır. buna göt denir.  daha sonrasında, göt organının bu işlevi körelir ve normal sindirim sistemi işlerini icra etmeye başlar.

inverter örneği: "oğlum koşma!" talimat beyne şu şekilde gider: "koş, daha çok koş, geberene kadar koş."

amplifier örneği: "oğlum daha çok bağır, bağır da öleyim, sen de kurtul ben de kurtulayım." beyinin bu direktifi algılayışı "daha çok bağırmalıyım. evet, daha çok. boğazım yırtılmalı adeta" şeklindedir.

kadınlar bir de 3-4 yaşındaki çocuklarla dolmuşlara biniyorlar. nasıl bir cesaret bu, aklım almıyor. valla görseniz şaşırırsınız, o çocuklarlarla kalabalık ortamlarda bile geziyorlar. azarlaya azarlaya, dur yapma diye diye, çocukların kollarını çeke çeke, sündüre sündüre. lan o çocuk, dolmuşun altına girer, hafazan allah korusun. o çocuk, en ufak frende uçar gider balon gibi.

bir de bu anneler, bazen başka şeylerle ilgileniyorlar. sanki çocuğu "şu yokuştan aşağı kendimi salayım da zalımlara dünyanın kaç bucak olduğunu göstereyim veyahut yuvarlanarak trafiğe çıkayım en iyisi" demiyormuş gibi  alışveriş falan yapıyorlar.

19 Aralık 2009 Cumartesi

karşılaştırmalı edebiyat

0 eyyorlama
varsam gitsem fakülteye aman, nedir aga sizin olayınız diye sorsam.

ve sorularımı ard arda sıralasam:

ard arda böyle mi yazılıyordu? bitişik miydi yoksa? neyse.
neyi karşılaştırıyorsunuz?
nasıl karşılaştırıyorsunuz?
'meslek sahibi adama mesleğiyle ilgili menfaatci sorular soran adamlar' size ne soruyor?

misal bana gelip de, yav bizim oğlan çok süper şarkı söylüyor, onun bi reklamını yapsan da tanınsa meşhur olsa, diyen adamlar var. yahut benjcev'e ne çeşit bi bilgisayar alalım da oyun moyun fazla kasmadan temizce geçinip gidelim şeklinde sorular yöneliyordur. ben bile yöneltmişimdir, tam hatırlayamadım şimdi. ha, demem o ki, size ne soruyorlar? hele yiğen gel de şu orhan bamuğunan yusuf adılgan'ı bi karşılaştırıver (dayıya bak, bilmediği bok yok) diye soran oluyor mu? yahut, şu iki lise 1 edebiyat kitabını bi karşılaştırıver bakam yav, bizim kızın hocası şunu alın demiş ama öbüründe de aynı şeyler yazıyor ve yarı fiyatına. bi karşılaştırıver de görelim, bi orostopolluk mu var bu işin içinde? böyle mi geliyor sorular? topluma nasıl entegre oluyorsunuz siz?

bir de, ben üniversitedeyken (teeey kaç sene olmuş) bu bölümde okuyan adamlar tıpçılardan daha havalıydı nerdeyse lan! boyunlarını büküp 'biz neediyoruz hacı' diye düşünecekleri yerde...

- ne okuyorsun?
+ karşılaştırmalı edebiyat teyze.
- neyse, o da iyi. hiç yoktan iyidir. zor sizin işiniz de kuzum. neyse.

oyun adı gibi; karşılaştırmalı.

18 Aralık 2009 Cuma

aksi sözlük versiyon 2.0

4 eyyorlama
eski tasarımı her gördüğümde, bizim evdeki vitrin aklıma geliyordu. bir zamanlar her evde olan, bütün duvarı kapatan, yekpare vitrinlerden biri de bizim evin salonunda duruyordu. daha doğrusu o durmuyordu da; salonu, o vitrinin üzerine yapmışlar gibiydi.

ve küçük bir şehri andıran o vitrin öyle karışıktı ki, bir rafında ana biritanika (sanki ansiklopedi değil, rus edebiyat klasiği), bir rafında antika tabaklar (babamın her pazar günü bakıp bakıp 'hanım, ben valla atacağım bunları' diyip, annemle kavga etmeleri), bir çekmecesinde müzik kasetleri (ahh sinan özen'in gençlik yılları, ah coşkun sabah'ın çenesi, ahmet kaya'lar, yüksel uzel'ler ve ayşe tunalı'lar... bir çocuk hakan peker yerine ayşe tunalı dinlerse, komşuları tarafından tabi çok uslu diye sevilir. ulan yaramazlık yapmak içimden gelmiyordu ki, hayattan bezmiştim); abimin mantarını açmadan şırıngayla çekip çekip içtiği ve bu yüzden yokluğu yıllar sonra anlaşılan, sadece şişesi duran küp vişne şarapları; üniversite öğrencileri (valla bir gözünü öğrencilere kiralamıştık) ...



bir badana günü, babam baltayla daldı vitrine. hatta vitrine girişirken "wendy, i'm home" diye bağırmıştı. çünkü hep iş ve oyunsuzluk babamı deli etmişti. fotoda, vitrini kırdığı esnadaki neşesini ölümsüzleştirdik.

o gün, unufak etti vitrini, öyle çıkardılar. ben de bu sabah, babamdan devraldığım baltayı 1. yaşını ekim ayında dolduran aksi sözlük'ün 8 aylık tasarımına vurdum.

17 Aralık 2009 Perşembe

derleme: siyaset

0 eyyorlama
  • ne zaman güney kore'deki parlementodaki kavgaları görsem, alt metninde demokrasi mücadelesi ve siyasal yaşama dair çok büyük ipuçları içeren babamın şu sözleri kulağımda yankılanır: "ya bu adamlar birbirine aşırı derecede benziyor, nasıl hiç karıştırmadan birbirine vuruyorlar? helal olsun adamlara, vallahi helal olsun"
  • süleyman demirel, turgut özal, tansu çiller, mesut yılmaz, bülent ecevit gibi isimlerin taklitleriyle büyümüş bir nesilden, 68 kuşağı tadında isyansal hareket bekleyen büyüklerimize çok gülüyorum. hakikaten taklide değil de onlara gülüyorum.
  • bir de, bunca zamana kadar bütün siyasetçilerin taklidi yapılıyordu. ama tayyip erdoğan'ın devasa avuç içleri ve köfte dudakları dışında öyle belirgin bir özelliği yok. tavır ve davranışları bilhassa çok sıradan. her yerde o şekil konuşan adam var, git bi' kahvehaneye, "ne olacak fener'in bu hali?" diye sor, anında başlar "ee amuğa godumun daum'u, guizası" falan diye. o yüzden taklidi yapılmıyor.
  • ama tayyip erdoğan motto adamı allah için. bir söz söylüyor, ertesi gün herkesin ağzında makarası yapılıyor. seveni sevmeyeni yapıyor. "daha da gelmem", "ananı da al git", "teğet geçti", "hamdolsun" vs gibi bir sürü iki kelimelik cümleler oluşturuyor. ve cümlelerin altında yatan gerçek, içeriğinin tam zıttı. acaba tayyip erdoğan, bir yenikonuş dili mi oluşturuyor.
  • "daha bu sonun başlangıcı" adamlarına bayılıyorum. genelde haber portallarınn yorumlarına hemen yazıyorlar bunu. kötü bir haber okuyunca tak! yapıştırıyorlar "daha bu sonun başlangıcı"nı. lan dur bi. lan bir dur. geçen gün "italyan mankenden inanılmaz frikik. ünlü model ferroli kombi'nin kıç çatalı gözüktü" gibi bir haberin altına da demiş. sonun başlangıcı hususunda haksız da sayılmaz.
  • ünlülerin siyasete atılmasına bayılıyorum. genelde iktidar veya anamuhalefet partisi gibi radikal olmayan ve çok sivrilmeyen yollara giriyorlar. bu bana çok karaktersiz geliyor. ulan ne bileyim, kibariye misal, çıksa ben halkın yükselişi partisi'nden milletvekili adayıyım dese, inan hem hyp'ye oy veririm, hem kibariye'nin albümlerini alırım. benim siyaset çizgimi, bu tarz küçük detaylar belirliyor.
  • bu arada ülkemizde "yurt partisi" diye bir hareketin olması insanı hafiften kıllandırıyor.

14 Aralık 2009 Pazartesi

derleme: futbol

0 eyyorlama
  • belli bir mesafeden veya şekil tarz ile vurmak için gerekli olan gol sayısı eşiğini uefa açıklasın bi' zahmet. kahvehanelerde falan duyarız "oha oha oha, kaç tane golün var oradan? 55 metreden, bir de utanmadan çaprazdan vuruyor eşek", "rövaşata ile kaç gol atmıştın da şimdi deniyorsun bre deyyus?", "olm çift salvolu parende ile kaç gol attın da şimdi atıyorsun? jimnastik oyunları mıydı? pardon. evet izliyoruz" gibi serzenişler. bunlar hep cevap bekleyen sorular.
  • misal şöyle bir cümle duyduk mu: "evet abi, futbol hayatında 4 tane gol atmış o bölgeden. onun vurması kadar mantıklı bir şey göremiyorum". ben böyle saygılı bir taraftar olmak için, uefa'nın bu eşik değeri açıklamasını bekliyorum. elimde türkcell super ligi ve avea öğretmen hattındaki bütün futbolcuların attığı gollerin sıralı tam listesi var. ona göre tepkimi vereceğim.
  • "baban da mı minareciydi?" tepkisinin altın gol kuralı ile birlikte, bahar temizliği yapan bir anne tarafından kaldırıldığını biliyor muydunuz? konuyla ilgili, "amaaaan o ne öyle, attım gitti." demiştir.
  • "eskiden cine 5'te yayınlanırdı maçlar"a karşılık verilen "o da bir şey mi, teleon vardı ha yavrum ha" kadar uzak, bu ülkeden bir şampiyonlar ligi finalisti çıkması.
  • federasyon, youtube'daki gol ve tezahurat görüntüleri altında birbirine küfür eden taraftarları ip'lerinden bulup yılmaz vural'a dövdürtmeli bence. hem yılmaz vural da bir işe yaramış olur.
  • yapılan bir ankete göre, 2005 yılında volkan demirel'in, formasını tribüne atayım derken kolunu çıkarmasını sürpriz bulmayanların oranı %79. %12'lik bir oran, formayı stadın dışına atmasını beklediklerini söyledi. ankete katılanların %8'i ise volkan demirel'i tanımadı; kalan %1'lik kısım ise "süleyman demirel'in oğlu mu o? yediler bitirdiler ülkeyi, yediler bitirdiler" diye sitem etti.

11 Aralık 2009 Cuma

kesin ekşide yazıyordur

0 eyyorlama
çok zaman önce, birtakım önemli meseleleri konuşmak üzere arkadaşlarla balık'ın kahvesinde buluşurduk. balık, mühim bir yerdi bizim için. duvarındaki eminem posterinin yanında sibel can'ın dansöz olduğu zamanlardan bir fotoğrafı vardı. o fotonun tam karşısında bir tül perde; ve perdenin arkasında kumarın şehvetli, bir o kadar da karanlık dünyasına açılan bir kapı; hemen o kapının yanında, kapak kenarlarında "aa - akıl", "akil - br", "bsa - cezmi", "cezmiye - dalak" gibi anlamsız ikililerin yazdığı meydan laurusse'ların bulundğu bir kütüphane vardı. çay ocağında tonton bir amca, emrinde bir garson olarak da sanki cyborgluktan emekli olmuş, kara-kuru, avurtları çökmüş bir robot dayı bulunurdu.

balık adlı bir kahvehanede, hiç akvaryumun olmaması, yerine insanların arasında dolaşan boxer - bulldog kırması bir köpeğin mevcudiyeti ise kahvehaneyi ilginç kılan durumdur. atalarından psikopatlık geni taşıyan bir köpeğin, kurbanlık koyun mülayimliğine nasıl getirildiği ise cevap bekleyen bir başka sorudur. balık'ın karşısında, her gün kamyon kamyon dayak yemesine rağmen, vücut bütünlüğünü korumayı başarmış (dünya üzerindeki en hızlı dayak yeme rekoru 0.87 sn ile kendisinde bulunuyor) köfteci mehmet'in olağanca hijyen sorununa rağmen, hem kendi dükkanına hizmet vermesi, hem de balık kahvehanesine lojistik destek sağlaması ise akılları karıştırırdı. lojistik destek diyince çok artistik oldu, getir- götür işleri diyelim. motorlu bisikleti, yani mobileti ona hakikaten mobilite kazandırırdı.

yani balık'ın kıraathanesi, dünya üzerinde yanyana gelmesi imkansız veya yanyana gelmemesi gereken ikililerin bulundğu bir ortamdı. misal; sigara içen ergen halim ve babam gibi. örnekler çoğaltılabilir. yani kahvehanenin adı balık değil de "ying-yang kıraathanesi" veyahut "diyalektik çay bahçesi" olsa yeriymiş. tez ve antitezler birleşip; bizim gibi vatana millete katkısı olacağına katar katar zarar veren gençleri sentezlemişti.

aynı ekşi sözlük ve yazarları gibi.

+ abi bu dizi çok iyiymiş ya.
- senaristleri falan hep ekşi sölük yazarıdır.
+ dizi diyorum, çok iyiymiş.
- sözlük abi, ekşi sözlük. ya orada yazardır, ya da okuyorlardır kesin.
+ senin .mını böbreğini skerim. sigigit.
- ordaki antirilerden tırtıklıyorlar abi. abi o buzdolabını indir allaşkına, kafaya atılmaz ki o.

hacı abi sen kimsin ya? her espri, her tespit sizin elinizden çıkıyor bu ülkede di mi? ulan adam etrafına bakınsa binlercesini göreceği ayrıntıyı sizden okumak zorunda di mi? veya kaliteli bir iş yapan, illa ki sizin tedrisatınızdan geçmiştir, sizin dergahınızda ermiştir di mi? ha benim can gardaşıma be.

o dizinin senaristleri, aşağıdaki iki sıradan adamın, sıradan muhabbetini dinleseler, kariyerleri için çok daha faydalı olur.

+ oo sabih, tabakan çok güzelmiş.
- e day'oğlu, galiteli adam belli olüyör değil mi?
+ he valla. aha bende de bu var.
- değiş edek mi la, ha değiş edek mi?
+ valla hatırası var.

şimdi düşünüyorum da, ekşi sözlük bizim balık'ın kahvehanesi gibi bir yer. hatta bazı dizilerin senaristleri, hepsi demeyeyim de çoğusuyu bizim balık'ın kahvehanesinden araklıyorlar senaryoyu. çoğusuyu diyom abi, hepsi demiyom. orası öyle.

mehmet abi, tükmüksüz iki yarım köfte, lastiğini az, marulu soğanı bol koy

hay aklınla bin yaşa mehmet abi. hay aklınla bin yasser. (arap filozof)

9 Aralık 2009 Çarşamba

yalnız insan

1 eyyorlama
"yalnız insan merdivendir, hiç bir yere ulaşmayan." aragon ne de güzel açıklamış insanoğlunun yalnızlığını. ama bu coğrafyanın yalnız insanı, hiç de öyle edebi metinde, filmde veya bir şarkıda anlatıldığı gibi artistik değildir. bizim yalnız insanlarımızın canı sıkılır. kıpır kıpır olur, durduğu yerde duramaz.

yalnızlıktan gidip dolabın kapağını açıp, bir şey bulamadan geri oturan adamın bu işlemi yüzlerce kez tekrarladığını görse; aragon yalnızlığı böylesine güzel betimler miydi? veya, marquez bizim yalnızımızı yazsa, kitabın adı "3 günlük yalnızlık" olmaz mıydı? zaten bizim coğrafyada, yalnız kalmak zordur. sadece sigara dumanında kalabalık şekilde oturma maksatlı kahvehanelerin olduğu bir ülkede yalnız kalamazsın.

bizim yalnızımız, yalnızlığını farketmez bile. ben misal, günlerce telefonum çalmasa, insan içine çıkmasam aylarca; yalnızlığımı edebi esanslarla zerre güzelleştiremem, metaforlarla örülü cümleler söyleyemem, yalnızlığıma methiyeler veya sert hicivler dizemem. bir battaniye örtüp üstüme, dizlerimi çekip kahve içemem. hırkamın kollarını tırnak uçlarıma kadar uzatamam. en büyük derdim, akşam yemeğinden sonra "şükürler olsun ki bugünkü rızkımızı da çıkardık. ama bi' sigara almaya gitsem pek hora geçecek" olurdu.

bu noktada asla yalnızlarımızın mevcudiyetini reddetmediğimi belirtmek isterim. en başta da belirttiğim gibi, yalnızlıklarımız birazcık farklıdır. evi yalnız adamla doldururcasına; sinemadan, televizyondan, radyodan üstümüze üstümüze yağdırılan yalnızlıklardan farklıdır.


bu coğrafyada bir yalnız insanın en karakteristik özelliği, çok iddialı bir saç stiline sahip olmasıdır. zira, o sıfatla herhangi bir aile üyesi; annesi, babası onu ev içinde barındırmazlar. saçı öyle olduğu için yalnız değil, yalnız olduğu için saçı öyledir. bir şekilde, öğrenci evi, yurt odası vs gibi bir yerde aynı mekanı paylaştığı bir arkadaşı varsa, onun da saç stili benzerdir. ikisi aynı mekan ve zamanda, yalnız kalabilmeyi başarmışlardır.

düşünün, talebe traşı ile büyüyen bir nesil, en iddialı saç kesimini alabrus olarak yaz mevsimlerinde yapardı. ayrıca, bir şekilde nasıl normal karşılandıysa artık, dünya üzerindeki en garip, en junky, en punk saç stili alabrustur. ama işte dedim ya, bizim normallerimiz bile farklıdır. şimdi alabruslıların yerini, saçın önünü okul müdürü gibi yapıştırıp; tepe kısmını da olabildiğince kaldıranlar almıştır. ki bence bu dünya üzerindeki ikinci en garip saç stilidir. hele bu adamlar, hakikaten eve barka sokulmayacak derecede punkları, emoları, veya marjinal tikileri görünce "tipe bak hele. kamil lan bu" derler. ulan sen kendine bi baksana y.rrak.

hülasa, bir arkadaşımızı çok iddialı bir saç kesimiyle görürsek, bir "hacı çok kıyak olmuşsun"u esirgemeyelim, bu şekilde yalnızlığına ortak olalım. bu ülkede ne kadar "hacı çok kıyak olmuşsun" söylenirse, o kadar rahat ve huzurlu bir ülke oluruz.

yalnızlık paylaşılmaz
paylaşılsa alabrus olmaz.

4 Aralık 2009 Cuma

internet

0 eyyorlama
"internet, sınırsız bir dünya" sloganını, ikramiyesiyle çocuğuna bilgisayar almış emekli bir öğremenin çıkardığı o kadar belli ki. nereye sınırsız be adam? hemen size kanıtlayacağım. ben de şu an yazarken yapıyorum bunları.

1. youtube'u açalım.
2. açtık mı? hadi bekliyorum.
3. arama yerine, mesela "göktan mevsimler" yazalım. hah tamamladı, o işte.
4. çıkan ilk sonucu tıklayalım.
5. şarkıyı dinlemeseniz de olur. buyrun, ilk yorum: "bisiklet yerine harleyle baslasaymis clipe daha ii olurdu...neyse izliyelim bakalim"
6. hadi selamün aleyküm.

alın size canlı ispatı. sınırına koyayım internet. server'ına ayrı, domain'ine ayrı, bisikletine ayrı koyayım senin. bugün iyice sinirlendim bu internete.

bir adet program indirmek istedim, 500 kilobayt falan. orjinalinin ücreti 89,95$ + kdv. ebiğidir gabiğidir 100$ de sen ona, düz hesap. bakın 100$ yaklaşık olarak 150 tl yapıyor. o an anneannemin çok güzel bir sözü kulaklarımda çınladı: "oğlum herkesi sen kendin gibi sanırsın, kandırıverirler seni. her yer para tuzağı zaten".

bir yanda bilişim dünyası ve patent kurulu, diğer yanda anneannem. tabi ki anneannem "k.o" çekti bu hamlesiyle. kendisinin güç bölmesi yemyeşilken, karşı taraftaki kapitalist dünyanın gücü bitmişti, full kırmızıydı. annennem döndü ve zafer işareti yapıp tesbihini çekti.

ben de dosta güven, düşmana korku salan can dostum google'a yazdım: "download free keygen". bir dokun, bin ah işit. bir tıkla, bin pop-up kapat. hele hele o "ilişkiye girmeyi öğren" yazan reklam heryerden çıktı. dürzüye bak, herkese osbirci muamelesi yapıyor.

saat 6 oldu indiremedim bak programı. 6 saatir uğraşıyorum. bilgisayarın diski full virüs doldu. fareye bile virüs girdi amk. geziniyor kendi başına evde.

neyse allah düşmanımı, internetten zor bulunan bir programı indirmeye mecbur kılmasın.

yüce rabb'im, bütün açık kaynak kodları ümmetine bahşetsin. ya rabb'el alemin, başta mustafa kemal ve silah arkadaşları olmak üzere, kurtuluş savaşı şehitleriyle birlikte internetten program indirip lisansıdır, keygenidir, c:\program files dizinine programı nizami şekilde kurmak uğruna son nefeslerini vermiş nice müslümanın taksiratlarını affet ya rabb'im. sen bu pek özelliği olmayan 4 aralık cuma akşamında, elleri farede gözleri kızarmış, bannerlardaki zina içeren reklamlara bakmayan inananlara düzgün bir torrent sitesi veyahut bir rapid linki ihsan et ya rabb'im.

ulan şimdi düşündüm de, göktan klibe bisikletle değil de harleyle başlasaymış daha iyi olurmuş.

1 Aralık 2009 Salı

cezmi ersöz ve murat yılmazyıldırım'a yedirdiğim neşeli gençliğim

2 eyyorlama
her şey, eskişehir'e adım attığım ilk günlerde içine düşüverdiğim yalnızlık hissiyle başladı. aslında his mis deyip küçümsememek lazım. epeyce yalnızdım. zaten lise yıllarında hafiften damarıma akmış olan bu iki arkadaş ve benzerleri, bu yalnızlığı fırsat bilerek adalar'daki insancıl kitabevi'nde kıstırdılar beni.

biri zorla avuçlarıma kondu (hehe, bu cümleyi de o kurdurdu), diğeri her fırsatta o hayattan soğutan sesiyle kulaklarımı ufak ufak taciz etti filan.

bol 3 noktalı bi insan oldum o vakit. melankoliye verdim. o neşeli, melih gökçek iyimserliğindeki ve gülümserliğindeki çocuk gitti, yerine ölümlerin çıplak geldiği bi şarkıyı zerrece sorgulamadan dinleyen, şizofren aşka mektuplar yazmaya yeltenen, ucu bucağı olmayan mutsuzluklara yelken açmış boktan bi üzgün adam geldi!

gençliğimi çürüttünüz lan allahsızlar!

peşinden, ışığı gören geldi hacı. feridun düzağaç'tan tut, tırman (kötü espri yapan bi zavallı oluş öyküme daha sonra değineceğim), kristof daum yönetimindeki beşiktaş futbol takımına kadar herkes beni mutsuz etmek için var gücüyle çalışmaya başladı. hatta kimisi mesaiye de kalıyor, uzun kış gecelerinde bir damla uyku uyutmadan, eskişehir radyo ses'den seslenmek suretiyle adeta bir mal gibi yaşamama sebep oluyordu.

okula gittiğim ender günlerin karanlık teneffüs saatlerinde, hazırlık okulunun müzik kutusundan devam etti tacizler. taa ki, bir arkadaşımın rakip operatörden uzun uzun geniş geniş konuştuğunun canlı halini görene kadar. şaka len. taa ki, üniversitenin ikinci senesine kadar.

bide, okuldan sonra istanbul'da haliç'te bi restoranda, karşısındaki boyalı sarı saçlı kızla gülüşe gülüşe mutlu mesut rakı balığın anasını ağlatan murat yılmazyıldırım'ı gördüm. len hani hayat çok kötüydü, hani çok mutsuzduk? ölümdür şudur budur, öyle gidiyoduk hep? nedir ki?

kızılcıklı caddesi'nde kızılcıkların olmayışı bile apayrı bi hüzün sebebiydi lan. ne pis işlemişse damara! doktorlar caddesi'nde zibil gibi doktor oluşu aynı şekilde mutlu etmiyordu halbuki. yahut,hamamyolu caddesi'nin hamamlara uzanışı. eminim şu anda türkiye'nin değişik köşelerinde bu adamların mutsuzluk aşılarının yan etkileriyle sonsuz bi uyku haline, halsizlik ve şuursuzluğa kapılmış nice genç vardır. bu melankolik yazar mazar takımının onda biri kadar ananızı babanızı dinleseniz çok büyük huzurlarda olurdunuz yeminlen!

gene allah yüzüme bakmış aga. erken kurtarmışım yakayı. neydi o öyle.