15 Eylül 2009 Salı

ottübüs prime

sabah kalktığında, saat 7'ydi. mesaisinin başlamasına 1 saatten az vardı. ama içinden uyumak geliyordu. hala dün gece yaşananların etkisindeydi. içinden "bir kere de herhangi bir hikayede, öyküde uyanan da dün gece yaşananların etkisinde olmasın. nerde bir uyanan var, hemen dün geceki yaşananlar. baksan kıraathanede şoför arkadaşlarla çay içip, batak oynamışız, hesabı da 48a talat'a kaktırmışım." diye iç geçirdi. çok uzun iç geçirişleri vardı. bu iç geçirişlerini bir kitapta derlemeyi düşündü. sonra da "en iyisi filmini çekeyim. milletçe okumuyoruz arkadaş. o-ku-mu-yo-ruz" dedi. cümlenin sonuna doğru, adettendir diye sinirlendi. zira ne zaman türk milletinin okuma alışkanlığı tartışılsın, bu coğrafya insanı bütün külliyatı yyip yutmuş gibi sinirlenirdi.

bunları düşünürken 7:15 olmuştu. hala duvardaki çıkıntıları izliyordu. başucundaki radyoya uzandı, birazcık frekanslarıyla oynadıktan sonra, sabahları hükümete yüklenen arkadan kahkahalı, gevrek sesli dj'y sahip programı dinledi. amerikan filmlerinde görmüştü, insanlar başucuna radyolu dijital saat koyuyorlar, üzerilerinde ince ve ipeksi bir örtü ile uyuyorlar ve uyandıklarında da sert bir kahve içip kendine geliyorlardı. radyo tamamdı, yanına da asker saati tabir edilen casio saatini koydu. komidin adeta kaçakçı tezgahına benzemisine rağmen buna aldırmadı. kahve de tamamdı ama ince örtüyü nasıl yapacaktı? kırsal kesim insanıydı. el yapımı yün yorganından vazgeçmedi. "başını serin, g.tünü sıcak tut", hayattaki en önemli mottolarından biriydi. ama o motto ne demek bilmiyordu. yataktan kalkmadan önce, radyodaki dj'e hak verdi, kahkahaları dinledi ve kalktı.

çabucak bir kahvaltı hazırladı kendine. traktör tekerleği gibi köy ekmeğinin bir parçasını sobanın üzerinde ısıttı, ve üzerine birazcık tereyağ birazcık da pekmez gezdirdi. o sırada da gömleğini, pantalonunu giydi, kravatını taktı, ensesine mendilini koydu. sabah 8:00, akşam 21:00 arasında, kadıköy-kartal güzergahında çalışıyor, geriye dönerken de doğal olarak yine aynı güzergahı izliyordu. hayatı izlediği güzergah kadar düz, kafası ise otobüsü kadar kalabalıktı. ama bir türlü son durağa varamıyordu. böyle afilli anlatınca sanki çok büyük çelişkileri olan bir adam beklemeyin. en büyük çelişkisini, akrabasının düğününde çeyrek altın mı yoksa yarım mı takma hususunda yaşamış, en sonunda tam ortalamasına denk gelen parayı nakit olarak damada takmıştı. hatta bu işi de çözmenin sevinci ile damada "ben sana takıyorum, sen de akşam geline..." dedi. düğünlerde, böyle gerdek gecesine ait cinsellik temalı şakalar olurdu. normal zamanda ebe skerticek şakalar, orada sineye çekilebilirdi. bu toplumda cinsellik bir tabuydu fakat hiç kimse, hayatının güpegündüz, ortalık yerde skilmesine ses çıkarmıyordu.

anahtarlarını kontrol etti ve apar topar evden çıktı. otobüsü, bıraktığı yerde onu bekliyordu.

Hiç yorum yok: