7 Eylül 2011 Çarşamba

Otuza bir iki kala...



. . . sen değişmedikçe hiçbir şey değişmiyor aslında, iyisi de kötüsü de. . .

Söylesene sen bana; yirmili yaşların kadınının yürüyüşüyle otuzun ki arasında bir fark var mıdır?

Kadınlar yirmili yaşlarında bedenlerini göstermek, bunu yaparken de kendini gören gözlerde kendilerini görmek isterler. Otuzlu yaşlardaki kadın; neredeyse bütün hallerini, kendini görenlerin bütün hallerini gördüğü için vazgeçmeye başlıyor mudur aynalarla dolaşmaktan?

Otuza yaklaştıkça çatlamaya başlıyorsa o aynalar tam orta yerinden; otuz olunca belki çatlayıp o yol yol ayrılan aynalar 'artık gereği yok' diyerek kaldırılıp, insan kendi gözleriyle kendine bakmaya başlıyor mudur? Artık insan kendini sadece bir gövde olarak kabul edince bir rahatlama çöküyor mudur üzerine, tuhaf bir kendine gelme süreci yaşıyor mudur gövde-ruh ikilisi? Otuz olunca bir kadın, kendini sorgulamaktan, eleştirmekten, kalbini sıkıştırmaktan vazgeçip 'ben de böyleyim arkadaş' diyebiliyor mudur?

Sahi ne zaman kurulur o cümle? Meydan okumayan, 'yerse' demeyen, 'kesinlikle böyleyim,değişmem' diye diretmeyen, kendi halinde bir ''bende böyleyim''; sesi, sakin sular gibi akan...

Mesele sanırım şu; galiba otuza bir, iki kala ve otuz olunca en nihayetinde; gelişmiyor, değişmiyor, iyileşmiyor da kendine alışıyor insan!

İnsanın kendine alışması otuz yılını alıyor demek ki!

İnsan, kendisiyle kavgası bittiğinde mi başlıyor yaşamaya?

O zaman mı başlıyor her şey?

Sesler durulunca mı?

Hiç yorum yok: